KAMARA MEMURU İBRAHİM NUMARACI
08 Eylül 2023, Cuma 14:59Kaptan Şefik Gogen’in süvarisi olduğu
Ankara Vapuru’ndan anılar
*Keman virtiözü Darvaş
* Atatürk’ün “Numaracı” soyadı verdirdiği Ahçı İbrahim.
Yazan:Osman Öndeş
Bu makalemde bir zamanların ünlü yolcu gemisi Ankara’nın süvarisi olan Şefik Gogen Kaptan’ın iki anısını nakledeceğim. Kaptan Şefik Gogen’in hayatını anlatan eserim “ Efsanevi Kaptan Şefik gogen” başlığıyla İşkültür tarafından yayınlanmıştı.
Keman virtiözü Darvaş
Ahçıların ahçısı- King of the Cooks ünvanına sahip Necdet Dengizer, Akdeniz’de yolcu seferleriyle ün yapmış Ankara Gemisine birbaşka itibar kazandıran isimlerin başında gelirdi.
Keman virtiözü Halil Darvaş, Kaptan Şefik Gogen’in süvari olduğu yıllarda Ankara gemisi orkestrasında sanatını icra etmiştir. Kaptan Altay Altuğ’un da Ankara gemisinde yakın dostlarındandı. Kaptan Altay Altuğ da ağız mızıkasıyla ona eşlik ederdi.
Ankara gemisindeki ünlülerden diğeri de keman virtiözü Halil Darvaş’tı.
Darvaş II. Dünya Harbi ilk yıllarında Macaristan’dan Türkiye’ye iltica etmiş bir müzisyendi. Asıl adı Sergey olmasına karşın sonradan Müslüman olmuş ve Halil adını almıştı. Fakat kimse onu bu ismiyle anmadığı gibi ,dahası da ilk adını anımsadıkları söylenemez. O, Darvaş soyadıyla ünlüydü.
Bir zamanların ünlü Ankara vapuru.
Bir süre Ankara’da Baba Karpiç diye tanınan bir Rus’a ait Karpiç lokantasında çalışmıştır. Masalara kırmızı gül ve yemekte damak tadı olarak Rus havyarı ve kızarmış ekmeğin eksik olmadığı bir lezzet ve zerafet ortamında Macar Rapsodisiyle başlayan tangolarla devam eden bir müzik ziyafetiyle dinlemek de doyumsuz ve unutulmaz birkaç saat olarak tercih edilirdi.
Karpiç lokantasından sonra Kızılay’daki Yenişehir Postahanesi’nin altında gece klübünde çalışmıştır. Sonraki yıllarda İstanbul’da Bebek’te o ünlü Süreyya olarak nice yıllar devam etmiştir.
Darvaş, ince bir sanatkar ruhunu simgesi olması karşın, tanrının pek lütfetmediği bir vücud yapısıyla hayli sıkıntılar çekerdi. Vücudu inanılmayacak kadar kıllarla kaplı olduğundan plajlarda denize girmekte bile dikkatleri üzerine çeker ve bundan maalesef rahatsız olurdu. Adeta ayaklarından boynuna kadar bir maymun nasılsa ona yakın siyah kıllarla kaplı olan vücudunu saklamak için plajda bornozla dolaşır, denize girerken bornozu çıkartıp kendini denize atardı.
Yazın kamaralar çok sıcak olurdu. Yolcular arasında istediği gibi giyinerek dolaşması bile mümkün olamadığından hep pek kimselerin olmadığı köşeleri seçerdi. Ancak bu insanın yine Allahın lutfu olan müzisyen yanı, kemanla adeta oynaşan, konuşan, birbirlerinin dillerini anlayan ve birlikte terennüm eden dünyası ise muhteşemdi.
II Dünya Harbi yılları başlarında Macaristan kaçınışı anlattığı anılarında, sınırı geçerken kemanını iki kolunun arasına yerleştirdiğini ve dirsekleri üzerinde, ama kemanı kollarının üstünde bir saate yakın yerlerde süründüğünü anlatmıştır.
Zamanla İzmir’e yerleşmişti; İleriki yıllarda İzmir Valisi Kazım Dirik Bey’in kızıyla evlendi. Evleri Alsancak’ta bir yalıydı. Derken İzmir’de zelzele olduğunda herkes eşini, akrabasını, çocuklarını alıp yalıdan kaçmaya çalışırken, Darvaş eşini değil de kemanını alıp dışarı kaçınca, eşini kurtarmak yerine kemanını tercih etti diye kayınpederi ve eşi ile araları açıldığı anlatılırdı. Eşi yeni evli olmalarına rağmen, yalıda kendisini tekbaşına olası bir felaketle bıraktığını ve hatta herkes sevdikleriyle sokaklara çıkarken, kendisini sormadığı gibi “Aman kemanım aman kemanım” deyip kaçıp gittiğini söyleyerek isyan eder. Darvaş eşine “Ayseli senin ayakların var,ama kemanım benim kurtarmama muhtaç, onun için çıkarken kemanımı yanıma almamı doğal karşılamalısın” demişse de bir süre sonra ayrılmışlardır.
Günlerden birgün Kaptan Altay Altuğ ile Süreyya Plajı’na giderler; Hep büyükçe bir havlu taşırmış. 3 veya 5 kuruş verip bir kabin kiralarlar. Mayolarını giyerler ama Darvaş’ın havlusu boynundan aşağılara kadar sarkmakta. Kaptan Altay Altuğ şöyle nakletmiştir; “Denize gireceğimiz sırada ise havluyu birkenara koyunca, yakınımızda oturan bir ailenin çocuklarının “Aa,adam maymuna benziyor..” diye bağırıştıklarını da hatırlıyorum.
İşte, vücudu Allahın zerafet lûtfuna mazhar olamamış kişi Yehuni Menuhin’e zamanında eşlik eden Keman virtiözü Darvaş’tı.
Darvaş Tarsus Vapuru’nda da çalışmıştır. Son derece renkli, birbakıma feylesof tipli değişik bir kişiliği vardı. Yazarlarımızdan Hakkı Devrim’in Radikal Gazetesindeki makalelerinden birinde Darvaş’la ilgili kısa bir anısını nakletmiştir; Hakkı Devrim Bey Tarsus’la New York’a seyahat etmiş. Hemen karşı rıhtımda da Queen Elisabeth transatlantiği yanaşmış durmakta. Hakkı Devrim Bey güvertede dolaşırken Halil Darvaş’a rastlar. Şehre inmemiş, üst güvertede bir şezlonga uzanmış, karşı rıhtımdaki transatlantiği seyrediyor, ama birisine de çok dikkatli şekilde bakıyormuş.
Darvaş’a “Birini mi gözlüyorsun” diye sorunca, Darvaş isyan edercesine cevap vermiş:
-Bak şu yukarıdaki herifi görüyor musun? Küpeşteye yaslanmış, deminden beri bizi bizi seyrediyor. Yüzündeki ifadeden anlıyorum ki, bizi küçümsüyor. Ben bu küçük yolcu gemisindeyim, o lüks bir transatlantik yolcusu ya! Allah’ın budalası, benden daha önemli biri olduğunu sanıyor.”
Şefik Gogen’in süvari olduğu Ankara yolcu gemisi de o yıllarda Akdeniz’de muazzam bir şöhrete sahip olduğundan Ankara vapuru ile Avrupa seyahatine çıkmak isteyen Türk sosyetesi, devlet erkanı için kamara bulmak zaman zaman sıkıntılara neden olurdu.Geminin tüm personeli gibi, mutfak personeli de hep seçilmiş ustalardan meydana gelirdi..
Fehmi Ege Tango Orkestrası
Birdiğer önemli sanatçı da Fehmi Ege idi.
Tangoların unutulmaz adı Fehmi Ege Orkestrası’nın unutulmaz adı Tangoların unutulmaz adı Fehmi Ege Orkestrası’ının kurucusu Fehmi Ege de Devlet Denizyolları İşletmesi gemilerinde kadrolu olarak çalıştı. Fehmi Ege ilk orkestrasını 1924 yılında kurmuştu.
1928’de ilk Türk tangosu olarak bilinen “Mazi” Necip Celal Andel tarafından bestelenmişti. Unutulmaz bir tango da Papatya adıyla anılır.Tango tutkusu yıllarca devam etti ve Fehmi Ege 1950 yılında kendi adıyla anılan tango orkestrasını kurdu. Ankara dahil olmak diğer yolcu gemilerinde de Fehmi Ege Tango Orkestrası büyük sükse yapmıştır.
Kamara Memuru Numaracı İbrahim’in öyküsü başlı başına bir mizahtır..
Ankara Vapuru’nda Kamara Memuru İbrahim Bey, hep saygı görürdü. Fakat soyadının neden “Numaracı” olduğu pek akla gelmezdi.
Oysa o “Numaracı İbrahim” olarak ün yapmıştı!
Numaracı İbrahim son derece şık giyinir, bütün yolcularla ilgilenir ve eğlence programlarını tertip ederdi. Çok kibar biriydi ve mükemmel Fransızcasıyla da dikkatleri üzerine çekerdi. Comisaire de Bateaux- Gemi Komiseri gibi yolcuların hertürlü sorunlarına koşardı.
Ankara Vapuru süvarisi Kaptan Şefik Gogen ve Prof.Dr. Osman Cevdet ile. Gemi personelinden bazıları, gerektiğinde yemek ve bar servisinde yeralırlar ve teşrifat görevi yaparlardı.
Ankara Vapuru İstanbul- Pire-Napoli - Genova- Marsilya, Barcelona ve tekrar Marsilya uğrağıyla Genova- Napoli- Pire ve nihayet İstanbul’a dönerdi. Bu seferler onbeş günlük aralıklarla devam eder ve çok büyük rağbet görürdü. Açıkcası bu limanlara ayda dört kez uğrak yapılırdı.
Birgün İbrahim Bey’e kendisine neden “Numaracı” denildiğini anlatmıştır; Çok hoş bir öyküsü olan İbrahim Bey’in “Numaracı İbrahim”oluşu Çankaya’da Cumhurbaşkanı
Atatürk’ün hizmetinde çalıştığı yıllardadır.
“Soyadı Kanunu yeni çıkmıştı. Ben de daha soyadımı almamıştım” diyerek hayli güldürü dolu öyküsünü şöyle anlatmıştır; “Birgün Fransız büyükelçisine Çankaya’da bir akşam yemeği daveti verilecekti. Atatürk diplomatları gerek Ankara’ya tayin olduklarında ve gerekse ayrılıp giderlerken Çankaya’da yemek davetiyle ağırlar ve bu davete büyük önem verirdi.
Atatürk yabancı devlet adamlarının Türkiye’yi ziyaretlerinde vediplomatlara gerek Ankara’ya tayin olduklarında ve gerekse ayrılıp giderlerken Çankaya’da yemek davetiyle ağırlar ve bu davete büyük önem verirdi.
“Ben daha çok genç bir teşrifatçı olarak Atatürk’ümüzün hizmetinde görev yapıyordum. Derken Teşrifatçıların Şefi oldum. Görevim herşeyin intizam içersinde yerine getirilmesi olarak da tanımlanabilir. Masada örtüden tutunuz, çatal pıçağa, bardaklara, kadehlere varıncaya dek, neredeyse milimetrik yerleştirilmesi, koltukların sıralanması, servisin aksamadan devam etmesi hep benim yönetimim altında devam ederdi.
Fransız Sefiri Paris’e dönecekmiş. Açıkcası Türkiye’deki görev süresi sona ermiş ve memleketine gitmeden Atatürk Çankaya’da kendilerine bir veda daveti hazırlamamızı emretti.
Atatürk sefirlere çok kıymet verirdi. Muazzam bir sofra hazırladık.. Necdet Usta da başahçı olarak mükemmel yemekler, tatlılar hazırladı. Fakat bu hummalı hazırlık sırasında Necdet Usta’nın nişan yüzüğünü kaybettiğini söylediler. Garsonlar, ahçı yardımcıları hemen herkes, mutbakta aramadık yer bırakmadılar. Ama yüzük bulunamadı!
Menüde kuşkonmazlı bir çorba ile antre yapılacaktı. Çok titiz şekilde devam eden koşuşturmalar sırasında yüzük bulanamadı ve haliyle davetin kusursuz olması için herkes davete ağırlık verince yüzük konusu davetten sonraya kalmak üzere unutuldu.
Çankaya’da bu gibi davetlerde, ilk servis Atatürk’e yapılırdı. Atatürk ise, misafirine verdiği kıymeti ifade etmek amacıyla, kendisine ilk servisi yapmak için yaklaşan bizlere, işaret ederek “Önce sayın misafirlerimizden başlayacaksınız..” derdi.
Bukez ayni şekilde akışkan bir Fransızcayla Fransız sefirini ve eşini gösterdi. Çorba servisine başladık. Fransız Sefiri ve Sefire de masada karşısında yer almışlardı.
Servisi tamamladığımızda tüm servis garsonları hürmetle geri çekildiler ve Atatürk “Buyrun..” diyerek misafirlerini yemeğe davet etti ve böylece yemek faslı başladı.
Sefirin eşi çorbadan bir iki kaşık almıştı ki, birden bir çığlık atarak yerinden doğrulunca, ne olduğumuzu şaşırdık. Sefire “Ayyy” gibi bir haykırışla adeta midesi bulanmış halde yüzünü ekşitmiş eliyle ağzını tutuyordu. Birkaç saniye sonra avcunun içindeki madeni nesneyle, duraladı. Derken o iğrenç nesneyi masaya bırakınca, yuvarlık bir nesne biraz yuvarlanıp devrildi durdu.. Bu bir resmen altın nişan yüzüğüydü!
Masada buz gibi bir hava hakim olmuştu. Atatürk’ün yüzünün gerildiğini, kızardığını nasıl gördüm bilemem. O saniyelerde öleceğimi sandım. Fransız sefirin eşinin çorbasından çıkan alyans, köşkün mutfağının kimbilir daha nekadar pis olduğu izlenimini verirdi kuşkusuz.
Bize gelince, herhalde ölümlerden ölüm beğenebilirdik!
Bunun üzerine herkes dut yemiş bülbül misali şaşkınlıkla birbirlerine bakıyor, masada davetli olarak bulunan Dışişleri Bakanı ve bazı bakanlar alı al moru mor ne yapacaklarını bilemeden put gibi yerlerinde duruyorlardı.
Atatürk müthiş kızmıştı. Geriye dönerek hiddetle “Çabuk bana Ahçıbaşıyı çağırın” diye emretti.
Ben koşarak mutfağa Necdet Dengizer’e gittim. Bir solukta başımıza gelenleri anlattım ama, baktım Necdet Dengizer’in eli ayağı korkudan çözülmek üzere.
“Atatürk sizi istiyor” deyince, önce biraz davrandı, gitmek için merdivenlere yöneldi, ama takatı kalmadığı gibi, oraya yığıldı kaldı. Düştüğü yerden “ Ben öldüm, bittim” diye inliyordu.
Ben de “Bütün kabahat benim” diye çırpınmasını önce anlayamamıştım. Sabahleyin ahçıbaşının kaybolan alyansının Fransız Sefiresinin çorbasından çıkan alyans oluşu karşısında, bukez paniklemek yerine bir çare aramaya çalıştım.
Ne yapayım, neyapayım diye resmen çırpınarak geri dönerken, nasıl olduysa sahneye çıkan bir şovmen gibi salona girdim ve kapıyı iki ellerimle açarak Atatürk’ün veda daveti verdiği misafirlere bakarak Fransızcamı da olanca incelikleriyle kullanarak “Bayanlar ve Baylar” diye oyunuma başladım.
Coşkuyla devam ediyordum: “Muhterem ekselansları ve çok değerli konuklarımız. Bu gece Cumhurbaşkanımız Atatürk’ün davetine katılarak biz çalışanlara da şeref verdiniz. Biz Çankaya Cumhurbaşkanlığı köşkünde hizmet edenler adına sizlere teşekkür ediyoruz. Bu anlamlı ve unutulmaz gece adına biz Köşk hizmetkarları bir piyango tertip ettik. Bu piyango için çok değerli ahçıbaşımız Necdet Dengizer’in alyansını kendisinden rica ettik. Alyansı dakikalarca kaynar sularda yıkadık, temizledik. Sabunlu sularla tekrar tekrar temizledik. Adeta kuyumcu mağazasından alındığı gün gibi pırıl pırıl hale getirdik.
…Ve onun özenle hazırladığı çorbanın içine koyduk. Bu alyans hangi saygıdeğer misafirimizin çorbasında çıkarsa, o misafirimize çok değerli saydığımız bir armağanı takdim edecektik.”
Atatürk ne halt edeceğimi merak ile izleyerek gözlerini gözlerime dikmiş bana bakıyor, ama muzip bir edayla da bu komedi sahnesini seyrediyordu. Fransız Sefiresinin yüzündeki miğde bulantısı çizgileri şimdilik kaybolmuştu.
Ben en can alıcı noktaya gelmiştim.
“Ne mutluyuz ki, piyangomuzda hep takdim etmeyi hayal ettiğimiz armağan Fransız Sefiresi hanımefendiye isabet etmiştir.”
Ceketimi açtım ve altın köstekli saatimi yerinden çıkartarak masaya yaklaştım. Amacım dedemden kalan hakikaten değerli köstekli saati gösterebilmek.
Masaya yaklaşırken de resmen müzayedeye çıkmış değerli bir eseri nasıl koleksiyonere gösterirler, ben de altın zincirinden tutarak saati sağa sola, özellikle Sefireye doğru hafiçe sallayarak yanına geldim ve “Büyük komutan, Sayın Cumhurbaşkanımız Atatürk Hazretleri; Sizin yüksek müsaadelerinize ve müzaheretinize sığınarak, haberiniz olmadan düzenlediğimiz bu piyango, sadece bizlerin size ve dost ülkelerin muhterem elçilerine ve eşleri hanımefendilere olan sevgimizden ve hürmetimizden neş’et eden bir duygunun nişanesidir. Kusur yaptıksa affetmenizi istirham ediyoruz. Ancak dileğimiz bizlerin de bir hatıra takdim etmekten ibaretti.
Müsaadenizle Sefire hanımefendiye piyangomuzun tek armağanı olan bu köstekli saati takdim ediyorum. Bu saat dedemden yadigar kalmıştır..” deyip Sefireye uzattım.
Sefire üzeri uçuk mavi mine taşlarla kaplı saati daha yakından görünce çorba kasesinden çıkan alyansı unutuvermişti. Birden boynumdan aşağı süzülen soğuk terlerin durduğunu hissettim. Son derece rahatladığım o dakikalarda aslında bir de alabildiğine hafiflediğim kuşkusuzdu. Dedemden kalan yadigar bir saati Fransız sefireye kaptırmıştık!
Ertesi gün oldu. Atatürk “Seni çağıyor” dediler..
Neredeyse bayılacaktım.
Tertemiz hazırlandım ve o büyük insanın huzuruna çıktım..
Ama elim ayağım titremekte..
Atatürk’ün yaveri de yanda hazırol halde durmaktaydı.
Atatürk bana ; “Sen daha soyadı almadın mı..” diye sordu.
Sıkıla sıkıla “ Daha vakit bulamadık paşam.. İlk fırsatta…” diyecektim.
“Sen dur hele” dedi.
Yaverine seslendi:
-Yarın bunu yanına al ve doğruca Nüfus Müdürlüğü’ne götür ve soyadı al.
Soyadı “Numaracı” olacaktır..
Ertesi sabah, Yaver’in otomobili ile Nüfus Memurluğu’na gittik.
Geldiğimizi gördüklerinde Nüfus Müdürü filan kim varsa, telaşa kapıldılar.
Yaver Bey, “Gazi Hazretleri’nin isteği doğrultusunda, Çankaya’da görevli Bay İbrahim’e soyadı yazdıracağız,”dedi.
Bir Soyadı kitapçığı bastırılmıştı..
Takdim ettiler.
Yaver Bey, “Gazi Hazretleri kendisi bir soyadı emir buyurdular..”
Şaşkın bakıyorlardı..
“Soyadı Numaracı olacaktır” deyince Nüfus Müdürü başta olmak üzere neredeyse gülmekten bayılacaklardı. Fakat kendilerini zor tuttular.
Memur, soyadı işlemlerimi tamamladı ve bir de zabıt belgesi verdi.
Nüfus Müdürlüğü’ne “İbrahim” olarak gitmiştim, İbrahim Numaracı olarak çıktım...
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.