yeni
İstanbul
29 Nisan, 2025, Salı
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

EGAYDAAK, İSTİKŞAFİ GÖRÜŞMELER VE BASİRETLİ DIŞ POLİTİKA

18 Ocak 2021, Pazartesi 17:13

EGAYDAAK konusu, özellikle 1995 yılında yaşanan Kardak Adaları krizinden sonra gündeme gelmiş, Adalar Denizi’nde ( Ege Denizi) Yunanistan ile Türkiye arasında yer alan anlaşmazlıkların temelinde yer alan bir kırılma noktasıdır.

 

EGAYDAAK’ın açılımı, 

“Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a

 Devredilmemiş Ada, Adacık, Kayalıklar şeklindedir.

Bu adaların karasularının toplamı 11.770 km²’dir. Adalar Denizi’nde kapladığı karasularının oranı ise %5,5’dir. Ve bu büyüklük Trakya bölgemizin yarısı kadar olduğu düşünüldüğünde, Adalar Denizi içinde kapladığı hem fiziki, hem de stratejik önemi daha iyi anlaşılacaktır. EGAYDAAK kapsamında yer alan 152 adanın sahipsizliği söz konusu değildir. Yunanistan’a 1923 Lozan ve 1947 Paris Barış Anlaşmaları ile bırakılan adalar bellidir. Ancak Türkiye, 1947 tarihli Paris Barış Anlaşması’nda yer almamış ve Oniki Adalar’ın Yunanistan’a bırakılmasına karar verilen anlaşmaya imza koymamış ve bu anlaşamaya taraf olmayan bir ülke konumundadır. Bu anlaşmalarda devir konusunda ismen belirtilmeyen adalar ise, anlaşmalardaki maddeler de açıkça göstermektedir ki, Osmanlı Devleti’nin halefi olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti’nin hükmü ve egemenliği altındadır.

Hâlbuki böyle bir sorun hukuken bulunmamaktadır. Sorun denilerek dile getirilen bu durum, Yunanistan’ın haksız işgallerine karşı Türkiye’nin her türlü platformda karşı itirazlarını dile getirmesi ile, “sürekli bu konuyu sorun olarak Avrupa ve ABD’yi de arkasına alarak, kendi yayılmacı “Megali İdea”sı doğrultusunda, maksimalist politikası gereği dillendiren Yunanistan taleplerinden sadece biridir. Kısacası ortada bir sorun bulunmamaktadır. Sadece Yunanistan’ın kendi yayılmacı politikasına destek olması için ileri sürdüğü tezleri, talepleri vardır. Elbette ki, “hukuktan ve adaletten uzak, iyi komşuluk ilişkilerine temelden zarar veren” bu taleplere gereği şekilde cevap verilmesi de elzemdir. Tabii ki, cevap verilirken, bu taleplerin uluslararası tüm hukuki boyutu, askeri boyutu, benzer konularda uluslararası hukuk mahkemelerinde alınmış kararlar ortaya konulmalıdır. Ve yine elbette ki iyi komşuluk gereği olarak, iki ülke arasında devam edilmesi gereken görüşmelerle de diyalog kapısını açık tutmak gerekir.

Adalar Denizi çerçevesinde yapılması gereken, Yunanistan ile Türkiye arasındaki “İstikşafi Görüşmeleri” de aslında bu temel üzerinde olmalıdır. Zira EGAYDAAK konusu, Yunanistan ile çözülmesi gereken anlaşmazlıkların da temeli konumundadır. Bu konu netleştirilmeden, Adalar Denizi dâhilinde ne kıta sahanlığını, ne karasularını, ne münhasır ekonomik bölge alanını, ne FIR hattını, ne de hava sahası konusunu çözebiliriz. Ayrıca bunlara ilave olarak Batı Anadolu kıyılarımızın Kuzey-Güney hattı boyunca hemen önünde yer alan, Oniki Adalar Gurubu ve Meis Adası da dahil olmak üzere, 23 adet gayri askeri statüde olması gereken adaların, 1923 Lozan Barış Anlaşması’nda ve 1947 Paris Barış Anlaşması’nda belirtildiği şekilde askerden ve silahlardan arındırılması, İstikşafi Görüşmelerinin konusudur. Ve yine ilave olarak, Batı Trakya Türkleri’nin Lozan Barış Anlaşması ile kazanmış oldukları haklarının, yıllar içinde safha safha yok edilmesi, ortadan kaldırılması ve bu hukuksuz ve haksız eylemlerin Batı Trakya Türkleri’ne karşı günümüzde de devam ettirilmesi yine bu görüşmelerin konusudur. Olmalıdır.

25 Ocak 2021 tarihinde Türkiye ile Yunanistan arasında İstanbul’da 61. İstikşafi Görüşme yapılacak. 12 Mart 2002 tarihinde başlayan ve 19 yıllık süre boyunca 60 görüşme yapılan Yunanistan ile bir arpa boyu dahi yol alın(a)madığını da unutmamalıyız. Yunanistan’ın bu görüşmelerde Doğu Akdeniz konusunu gündeme getirme taleplerini ise kesinlikle kabul etmemeliyiz.

61. görüşme daha başlamadan iktidarı ve muhalefeti ile Yunanistan basını ve siyaseti, kendi tezleri doğrultusunda yayınlara ve açıklamalara başladılar bile. Böylece gerek kamu diplomasisi, gerekse uluslararası diplomaside kendi görüşleri doğrultusunda ön almaya, Türkiye’yi daha görüşmeler başlamadan kendi tezleri çerçevesinde masaya oturtmaya çalışmaktadırlar 

Biz de ise bırakın aynı amaç ve hedef doğrultusunda birlik olmayı, Doğu Akdeniz’deki hak ve hukukumuzu, “vatan suyumuz” üzerindeki egemenliğimizi Bileşmiş Milletler nezdinde de tescil edilmesini sağlayan, Libya’nın BM tarafından tanınan tek resmi temsilcisi olan Ulusal Mutabakat Hükümeti ile yapılan anlaşmaya dahi karşı çıkıldığı, anlaşmanın iptali için cansiperane nasıl feryatlar, çığlıklar atıldığını unutmamamız gerek. Özellikle balık hafızalı olanlar için tekrar tekrar hatırlatmakta fayda var. 

Yunanistan’da yayınlanan Ekathimerini gazetesinin web sayfasında 13.01.2021 tarihinde çıkan bir haberde, “Gayri askeri statüdeki adalar ve EGAYDAAK konusunun konuşulmaması Yunanistan’ın kırmızı çizgileridir. Türkiye bu kırmızı çizgileri ihlal etme niyetiyle müzakerelere girerse İstikşafi Görüşmeler biter” şeklinde açıklama yapıldı.

 Yunanistan Başbakanı Miçotakis ise “Ege'deki bazı adaların ‘aidiyeti’, ‘silahlandırılmaları' gibi konular hiçbir Yunan hükümeti tarafından tartışılmayacak” şeklinde açıklama yaparak, aslında hangi niyette olduklarını bir kez daha göstermiş oldu.

Yunanistan’ın yapılacak olan istikşafi görüşmelerde, tek konu olarak sadece deniz yetki alanlarının belirlenmesi ile sınırlı tutma arzusu, diğer konuları görüşmek istememesi, aslında bir çözüm arama isteğinde olmadığını da gösteriyor.

 Peki, Yunanistan neden özellikle, EGAYDAAK ve Adaların gayri askeri statüsünü konuşmak istemiyor? Bu iki konunun önemi nedir?

EGAYDAAK kapsamındaki 152 adanın 6 millik karasuyu rejiminde Adalar Denizi içinde kapladığı alanın oranı %5,5’dir. Bu oran o kadar büyük bir alanı kapsamıyor görünebilir. Ancak adalardaki muhtemel madenlerin taşıdığı ekonomik değerler, deniz alanlarının hem yüzeysel hem de deniz tabanı altı zenginliklerinin taşıyabileceği ekonomik değerler, karasuları sayesinde sahip olan ülkenin kazanacağı deniz alanı genişliği ile egemenlik ve hükümranlık hakkı son derece önemlidir. Ayrıca Türkiye açısından Adalar Denizi dâhilinde açık denizlere rahatlıkla çıkış yapabilmek, hava sahası ve FIR hattı konusunda herhangi bir engelle karşılaşmamak için de son derece önemlidir.

Bütün bunlar bir tarafa asıl konu, masada ve sahada bahsi geçen adaların (ufak bir kaya parçası dahi olsa ) Osmanlı Devleti’nden hukuken halefi Türkiye Cumhuriyeti’ne geçen egemenlik ve hükümranlık haklarının, daha doğrusu Türk Milleti’ne ait olan “vatan toprakları ve vatan sularının” korunması, oldu bittilere göz yumulmaması, Türk Milleti’nin hak ve menfaatlerinin tavizsiz bir şekilde savunulmasıdır.

Gayri askeri statülerin tekrar sağlanması ise Türkiye’nin güvenliği için vazgeçilmez ve anlaşmalardan doğan hakkıdır. Yunanistan tarafından 1923 Lozan ve 1947 Paris Barış Anlaşmaları’nda belirtilen ilgili maddelerin ihlal edilmesi ile adalar silahlandırılmıştır. 1964’den itibaren askeri alanlar olarak planlanan ve silahlandırılan bu hukuksuzluğa konu adalar Taşoz, Bozbaba, İpsara, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Ahikerya, Sisam, İstanbulya, Rodos, Herke, Kerpe, Çoban, İleki, İncirli, Kelemz, İleryöz, Batnoz, Lipso, Sömbeki, İstanköy ve Meis’tir. Bu adalar üzerinde çeşitli askeri üsler, hava üsleri, deniz üsleri, alay, tugay, tümen boyutlarında askeri birlikler, ağır silahlı teçhizatlar, zırhlı askeri birlikler vs. bulunmaktadır. Doğal olarak bunlar ülkemizin ve milletimizin güvenliğini son derece yakından ilgilendirmekte ve ciddi tehdit oluşturmaktadır.

Yunanistan’ın iki ana amacı var:

Birincisi, Adalar Denizi’nde bütün kurallara, anlaşmalara, hakkaniyete ve hukuka aykırı şekilde, ne kadar elde etmiş oldukları “fiili de facto kazanımları” varsa, hepsini aynen korumak ve Türkiye’ye kabul ettirmek. Yunanistan açısından bu ısrardaki nihai başarı ise, ilk etapta Türkiye’nin Boğazlar ve Batı kıyıları ile Akdeniz bağlantısını kesmek, daha sonra ise Çanakkale Boğazı’nın hemen önünde yer alan Limni Adası’ndan Meis Adası ve GKRY hattı ile Türkiye’yi stratejik olarak kuşatıp, tüm ikmal yollarını kontrol altına almaktır.

İkincisi ise, Doğu Akdeniz’de hiçbir şekilde kıyısı olmamasına rağmen, meşru hak ve yetkisi olmamasına rağmen, Doğu Akdeniz’de de yer alarak, Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarını Doğu Akdenizi de kapsayacak şekilde genişleterek, Türkiye’nin “Vatan Suyu”nu işgal etmektir. Türkiye’nin geleceğinden çalmak niyetindedir. Yunanistan bir adalar devleti değildir. Ana karaya bağlı toprakları olan bir devlettir. Dolayısıyla, hem kıta sahanlığı hem de MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) alanı ana kara kıyısından başlayarak ilan edilir. Adalara ayrıca bir kıta sahanlığı ve MEB sahası verilemez. Bu konuda uluslararası mahkemelerde alınmış örnek kararlar bulunmaktadır. Örneğin Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın tezlerini ve iddialarını destekleyerek, adalara kıta sahanlığı ve MEB verilmesi gerektiğini söyleyen Fransa, aynı konuda İngiltere ile yaşadığı sorunda tam tersi davranmıştır. 1977 tarihli Fransa-İngiltere davasında Fransa, Manş Denizi’nde kendi kıyılarına yakın olan İngiliz adalarına kıta sahanlığı ve MEB verilemeyeceğini belirterek mahkemeye başvurmuş ve bu doğrultuda karar çıkmıştır.  Kısacası bu karar bile Türkiye’nin hem haklılığını hem de nasıl bir kuşatma altında olduğunu göstermektedir 

Hâlbuki Türkiye, Uluslararası Hidrografi Organizasyonu’na ( IHO ) 3 Aralık 2010 tarihinde deklare ettiği şekli ile Adalar Denizi (Ege) ile Akdeniz sınırının ne şekilde çizilmesi gerektiğini deklare etmiştir. Bu sınır çizilirken adaların konumları, karasularının mesafesi, bilimsel ölçümler ve Uluslararası Deniz Hukuku’na göre ne şekilde olması gerektiğini belirtmiştir. Adalar Denizi (Ege) ile Akdeniz’in sınırı; Büyük Çuha Adası, Küçük Çuha Adası, Girit Adası, Kaşot Adası, Kerpe Adası ve Rodos Adası’nın Akdeniz’e bakan Güney uçlarından geçerek, Türkiye’nin Akyar Burnu’na ulaşacak şekilde çizilmesi ile oluşmaktadır. Dolayısıyla Yunanistan’ın Doğu Akdeniz ile ne hukuki ne de fiziki hiçbir bağı, ilişkisi ve ilintisi yoktur.

Bütün bu konular elbette ki, başta Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı ve yetkilileri olmak üzere, ilgili kişi ve kurumların da bilgisi dâhilindedir. Çünkü öyle olması zorunludur. Ülkemizin hak ve hukukunu, çıkarlarını, kurulan masalarda kimler savunuyorsa, onların donanımı ve liyakati millet ve devlet için olmazsa olmazdır 

Oysa geçtiğimiz aylarda, hükümet kanadından hiç de doğru olmayan açıklamalar gelmiş ve Türkiye’nin haklılığına gölge düşürmüştür. Söz konusu ifade "Yunanistan bizim önemli bir komşumuz. Yunanistan ile biz bütün bu konuları konuşmaya hazırız. Herkes kendi kıta sahanlığında çalışmalara devam etsin, tartışmalı bölgelerde de ortak çalışmalar yapılsın. Biz önkoşulsuz bir şekilde Yunanistan'la bütün bu konuları; Ege, kıta sahanlığı, adalar, hava sahası, arama tarama çalışmaları ve Doğu Akdeniz diğer bütün ikili konuları konuşmaya hazırız." şeklindedir. Arzu edenler açık kaynaklardan ve arşivlerden ulaşabilirler. Bu sözler her ne kadar barışçıl ve diyaloğa çağrı olarak görünse de, Doğu Akdeniz’de Yunanistan’ın kabul etmediği ancak Türkiye’nin Uluslararası Hukuktan doğan Doğu Akdeniz’deki “Mavi Vatan” egemenliğimizden, meşru hak ve menfaatlerimizden taviz verilmesini gündeme getirir.  Bu ifadeler, Yunanistan’ın kabul etmediği deniz yetki alanlarımızda, bir başka ülkeyle yani Yunanistan’la ortak çalışmalar yapılması demek, buralardaki haklarımızdan ve egemenliğimizden vazgeçilmesi demek değil midir? Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Milleti’ne ait olan bu deniz alanındaki muhtemel petrol, doğalgaz, balıkçılık, su ürünleri vs. ekonomik değerlerin, bir başka ülke ile Yunanistan ile paylaşılması, geleceğimizin pay edilmesi demek değil midir? Türk Kıta Sahanlığı ve Türk Münhasır Ekonomik Bölgesi tezlerimizden geri adım atmak değil midir? Bu sözler, pekâlâ bu soruları gündeme getirir ve Yunanistan tarafından kullanılabilir. Tartışmalı bölgelerde “ortak çalışma” yapmak demek, Libya ile yapılan anlaşmadan ve Mavi Vatan egemenliğimizin bir kısmından vazgeçmek demektir. Bu konularda ilgili tüm kurum ve kuruluşların ve yetkililerin, hatta en alt kademeden en üst kademeye kadar tüm “yetkililerin” tek bir söylem ve dil kullanması ülkemiz ve milletimiz için hayati derecede önem taşımaktadır.

Basiretli milli bir dış politika oluşturulmasının yegâne temeli, tek bir hedef, tek bir dil ve tek bir vücuttur. Bu konular ideolojik siyasi görüşlere bırakılmayacak kadar, partiler üstü, siyaset üstü konulardır. Devletin hafızası sürekli olarak bu tür konularda etkin ve belirleyici olarak kullanılmalıdır. Devletimizin kurulduğu günden başlayarak, cumhuriyet öncesi hafızasını da sürekli canlı ve diri tutarak, kazanılmış olan hak ve menfaatlerini savunmak, dış politikada ülkemiz adına masaya oturacaklar için olmazsa olmazdır. Bu konularda devleti temsil etmek üzere masaya oturacak kişilerin şahsi fikirleri, düşünceleri olamaz. Sadece temsil ettiği ülkemizin çıkarlarının, hak ve hukukunun korunması için ileri sürülen tezlerinin savunulması olabilir. Devlet adamlığı bunu gerektirir.

Bu konuda örnek olması bakımından Lozan görüşmelerine ikinci adam olarak katılan Rıza Nur’un, hatıralarında yaptığı açıklamalar ibretle okunmalıdır.

Rıza Nur hatıralarında şu ifadeleri kullanmaktadır;

“Birinci komisyonun diğer bir işi de Adalar Denizi’ndeki Adalar meselesidir. Bunların bir kısmı Yunanlıların, bir kısmı İtalyanların elinde. Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık, iktisadi vaziyet cihetiyle adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecavüz için mükemmel üssü harekât olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de sonra, muhafaza etmek için kuvvet var, masraflar ister. Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez. Yunan veya İtalyan kimin elinde olursa olsun, bizde olmayınca kimde olursa olsun. İkisi de bize tecavüz edecek mahiyette ve hem de birinden alıp diğerine vermek te elimizde değil. Sade buraları gayri askeri yapabilirsek fenimelmatlub. Bu husustaki siyasetimiz bu idi. Bize, ‘Meis Adası sahilimize pek yakın olduğundan verilmesini’ Rauf hükümet namına ısrar ile yazdı. Fakat bir ufak ve kayalık yermiş neye yarayacak? İtalyanlara üssülhareket Rodos ve Kuşadası’dır. Burası (Meis Adası’nı kastediyor) o işe yaramaz. Bu adaların hepsi Oniki Adalar’dandır. Bunları 1912’de Türkiye Uşi Muahedesi ile İtalya’ya zaten vermiş. Bize şimdi burada tasdikinden başka çare yok. Yunan’ın elindekiler Limni, Midilli, Sakız, Sisam olup İtalyanların Trablusgarp muharebesi zamanında işgal ettikleri adalarımız Oniki Ada adıyla matuftur. Sûkomisyonda Limni bizim müşavirler tarafından unutulmuş, Lord Curzon komisyon celsesinde bu sebeple bizimle alay etmiştir. Hakkı var. Kendi menfaatimiz hususunda büyük bir gaflet edilmiş idi. Bu müşavir de Tevfik, Reisicumhur kâtibi idi.”

Kaynak: Rıza Nur – Hayat ve Hatıratım, İşaret Yayınları-1992, Cilt II, Sayfa:229, 23 

Yukarıdaki açıklamalar dikkatlice okunduğu zaman, Türkiye için son derece hayati öneme sahip Adalar konusunda Lozan görüşmelerine ikinci yetkili devlet adamı olarak katılan Rıza Nur’un genel düşünce yapısının, nasıl da eksik bilgiye sahip, tarihi gerçeklerden kopuk, öngörüden uzak olduğunu üzülerek görüyoruz.  

 

Bir başka örnek daha vermek gerekirse, Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın görev yetki alanlarının tarifi de tekrar gözden geçirilmelidir.

Denizlerde silahlı bir genel kolluk kuvveti olarak görev yapan Sahil Güvenlik Komutanlığının görev ve yetkileri, 21 Ocak 2017 tarihli ve 29995 sayılı resmi gazete ile yayımlanan Sahil Güvenlik Komutanlığı Teşkilat, Görev ve Yetkileri Yönetmeliği ile belirlenmiştir.

Bu yönetmelikte Adalar Denizi’nde yer alan EGAYDAAK kapsamındaki ada, adacık ve kayalıklardan şu şekilde bahsedilmektedir;

“Aidiyeti tartışmalı ada, adacık, kaya, deniz yapıları ve deniz alanlarında ulusal menfaatlere ve ülke politikasına uygun görevler icra etmek.”

Arzu edenler ilgili maddeye şu link üzerinden ulaşabilirler.

https://www.sg.gov.tr/gorevler

 

Bu ifadede de görüleceği üzere, aslında hukuken Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik ve hükümranlığı altında olan bu kara parçaları için biz, ülke olarak “aidiyetinin tartışmalı olduğunu, aslında Türkiye’ye ait değil ama Yunanistan’a da ait değil, birlikte görüşerek bu sorunu barışçıl çözelim” mi demek istiyoruz?

Hâlbuki bizim üzerine basa basa ifade ettiğimiz detay “Egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Adalar, Adacıklar, Kayalar” değil mi? Yunanistan’a ait olmayan bu kara parçaları, sahipsiz mi? O zaman nerede kaldı, Osmanlı Devleti’nin halefi konumundaki hukuki sahiplik? O zaman neden “İstikşafi Görüşmeler” yapılıyor? Neden direkt Uluslararası Adalet Divanı’na başvurulmuyor? Madem bu kara parçaları tartışmalı, sahibi belirsiz, o halde neden T.C. Cumhurbaşkanlığı, T.C. Dışişleri Bakanlığı, T.C. Milli Savunma Bakanlığı, T.C. Genelkurmay Başkanlığı,  EGAYDAAK kapsamındaki bu kara parçalarının sahibinin Türkiye olduğunu açıklıyor?

“EGAYDAAK” ile “Aidiyeti Tartışmalı Ada, Adacık ve Kayalıklar” ifadeleri arasında;

- İddiadan öte gerçeği ortaya koyma

- Bizim olanı sahiplenme kararlılığı

- Bizim olanı savunma kararlılığı

- Hukuken haklılığımızı ortaya koyma vs noktasında bir fark yok mu?

Elbette var ve bu “yanlışlığın” süratle düzeltilmesi gerekir.

Biz bu konulara “tartışmalı” konular olarak bakarsak, elde edemeyeceğimizi de bilmeliyiz.

Devlet olarak, her kurumun, her bölümün, her yetkili birimin ve görevlilerinin hep söylediğim gibi, tek ses, tek dil, tek vücut olması elzemdir.

Yunanistan kendince haklı olduğunu savunduğu konuda dik duruş gösteriyor. Asıl önemli olan benim devletimin ne yapacağı. Doğru olan davranış, EGAYDAAK konusu çözülmeden diğer hiç bir konunun ele alın(a)mayacağının ve neden bunun çözülmesinin gerektiği detaylı olarak toplantı tarihinden önce tüm Dünyaya resmi olarak duyurulmasıdır. Hâlbuki birçok fırsat varken bu yapılabilirdi. Örneğin her yıl yapılan BM Genel Kurul Toplantıları’nda, tüm Dünyaya canlı yayında haritalarla, öncelikle ülkemizi ilgilendiren bu önemli konular anlatılabilirdi. 2002 yılından itibaren 18 yılda 18 BM Genel Kurul Toplantısı, Türkiye’nin haklı tezleri için önemli bir platform olurdu. Doğu Akdeniz ise bu istikşafi görüşmelerinin yanı sıra bu hususta yapılacak hiç bir görüşmenin de konusu değildir. Çünkü Yunanistan'ın Uluslararası Deniz Hukukuna, kararlara, tariflere ve bilimsel hesaplamalara göre Doğu Akdeniz'le bir ilgisi, ilintisi yoktur. Doğu Akdeniz’le ilgili herhangi bir konunun görüşülmesinin kabulü, üstü örtülü Yunanistan'ın Doğu Akdeniz'de hak ve hukukunun olduğunun kabulüdür. Ve bu kabul bizim "devlet olarak hakkımızdan vazgeçişimizin ve beceriksizliğimizin" tescili olur. Bu da vatana ihanetle eşdeğer bir gaflet ve dalalettir.

Bütün bu açıklamalardan sonra, en başa dönüp “İstikşafi Görüşmeler” nedir diye soracak olursanız, cevabım şudur;

12 Mart 2002'de başlayıp, bugüne kadar 60 tane yapılan ve 19 yıllık süre içinde Türkiye ile herhangi bir barış ortamı oluşturmak istemeyen Yunanistan'ın, Adalar Denizi'nde adalarımızı işgal etmesine, askeri açıdan eksiklerini tamamlamasına, uluslararası siyaset arenasında kendi çıkarları/tezleri konusunda verimli çalışmalar yapmasına, hiçbir hakkı ve hukuku olmamasına rağmen Doğu Akdeniz’e adım atmasına olanak sağlayan sürecin tamamına " İstikşafi Görüşmeler" denir.

EGAYDAAK ise benim açımdan şu şekilde ifade bulmaktadır;

Ege’de Görüşülecek Anlaşmazlıklardaki 

Yunanistan Dayatmaları Aleni Askeri Kışkırtmalardır.

 

Adalar Denizi, EGAYDAAK ve Doğu Akdeniz konularında değerli çalışmalar yapan BAÜ DEGS Başkanı Müstafi Tümamiral Doç Dr. Sayın Cihat Yaycı’nın  “Yunanistan Talepleri” isimli kitabını, detaylı bilgi edinmek isteyenler için özellikle öneririm.

 

Ömer Faruk Ertem

18/01/2021

google