CİHAR ATTIM, ŞEŞ OYNADIM…
07 Nisan 2021, Çarşamba 14:19CİHAR ATTIM, ŞEŞ OYNADIM…
Fi zaman önce yakında bir araklamayı (intihali), belgesiyle birlikte açıklayacağımı yazmıştım. Önce müthiş bir eseri önsözünden ve ana metninden derlediklerimle tanıtıp takdim edeyim, sonra asıl konumuza geleyim:
4 Ağustos 1552’de Cenova’dan Napoli’ye giden Prens Andrea Doria komutasındaki donanmaya Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı Donanmasının kolu saldırır. İtalyan-İspanyol donanması muharebeyi kaybeder. Doria’nın askerlerinin ve gemilerinin çok azı kurtularak kaçar. Büyük zayiattan sonra takriben iki bin İspanyol esir düşer ve İstanbul’a getirilirler. Bu esirlerden biri Pedro de Urdemalas’dır -gerçek kimliği meçhul. Pedro, esir olarak İstanbul’a geldiği Ağustos 1552 ile esaretten kurtulup topraklarımızdan ayrıldığı Mart 1555 tarihleri arasında yaşadıklarını İspanya’ya döndükten sonra kaleme alır (Söz konusu eser: Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati). Yaklaşık beş yüz yıl önce tutsak düşen bir yabancının İstanbul’da yaşadıklarını, başından geçenleri, gördüklerini anlatan bu eser Türkiye tarihi bakımından çok kıymetlidir. Bu eser başka kaynaktan okunarak veya işitmekle yazılabilecek bir eser değildir. Ancak ve ancak aktarılan olayları bizzat görüp yaşamış bir kimsenin eseri olabilir. Eserin mühim özelliklerinden biri o dönem için düşman hakkında (yani bizim hakkımızda) istihbarat raporu olmasıdır. Yazan, eserinin istihbarat raporu olduğunu Kralları İkinci Filip’e ithaf ederken şöyle açıklıyor: “Haşmetmeabınızın, sırf mukaddes Katolik dinini korumak ve yaymak amacıyla, yeryüzünde olup bitenleri öğrenmek ve bunların künhüne varmak arzusunu beslediğini biliyorum. Ve güttüğünüz bu yüksek amacın tahakkukunda en çetin engeli teşkil edenin Ulu-Türk (‘Ulu-Türk’ Frenklerin vaktiyle Osmanlı İmparatoruna verdikleri ünvandır, yani o dönem padişah olan Kanuni Sultan Süleyman) olduğunu da öğrenmiş bulunuyorum. İşte, bu yüzden Haşmetmeabınızı aydınlatabilmek için, başlıca düşmanımızın hükümetini, gücünü, yaşayışını, adetlerini ve bedbaht tutsakların sürdükleri hayatı, bir konuşma şeklinde belirterek sunmaya karar verdim.” Eserin en büyük özelliği ise yazanın eli kalem tutan entelektüel biri olması ve yazdığı raporun istihbarat bilgisi olması yanı sıra edebi değerinin de olmasıdır. Genellikle bu tip maceralı, trajik olayları yaşayanlar yazamazlar, yazsalar bile yazdıklarının edebi değeri olmaz. Bir ghost writer bulup ona anlatırlar ve o ghost writer onu yaşayanın yerine kaleme alır, zira yazmak apayrı bir sanat ve yetenektir. Burada ise pek istisnai olarak bu trajik hadiseyi yaşayan kişinin aynı zamanda yazma yeteneğine de haiz olmasıdır. Eseri, yazılıp Kral 2. Filip’e takdiminden 350 yıl sonra Madrid Üniversitesi Kütüphanesinde bulup ortaya çıkaran İspanyol tarihçi, dilbilimci Dr. Manuel Serrano y Sanz’dır (1866-1932), ve onu enfes bir Türkçe ile çeviren de diplomat, tarihçi, edebiyatçı Fuad Carım’dır (1892-1972). Fuad Carım çevirdiği eseri “Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati” olarak adlandırmıştır. Şimdilik bu kadar yeter, merak eden eseri alır okur, biz şimdi asıl konumuza gelelim:
Nobel Ödüllü ‘edebiyatçı’ mızı hepiniz tanırsınız bilirsiniz. Peki bu edebiyatçımızın ‘Beyaz Kale’ isimli eserini okudunuz mu? Belki okudunuz belki okumadınız. Pedronun Zorunlu İstanbul Seyahatini okumuş olma ihtimaliniz Beyaz Kale’yi okumuş olma ihtimalinizden çok daha az. Bu yüzden siz sevgili dostlarımın işini kolaylaştırmak için aşağıda önce orijinal eserdeki yani Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati’ndeki cümleyi -ki sonunda parantez içinde kısaca ‘Pedro’ yazdım, sonra Orhan’ın Beyaz Kale’sindeki intihal cümlesini yazdım; onu da parantez içinde kısaca ‘Orhan’ olarak.
"...Cenova’dan Napoli’ye giderken, hareketimizi haber alarak Ponza Adaları’nda bekleyen Türk donanmasının hücumuna uğradık..." (Pedro)
“Venedik’ten Napoli’ye gidiyorduk. Türk gemileri yolumuzu kesti..." (Orhan)
"...İlk önce, öyle bir niyetimiz olmadı değil. Fakat bir borda ateşi yiyince teslim olduk..." (Pedro)
"Şiddetli bir borda ateşine tutulmuştuk, hemen teslim olmazsak gemimiz batacaktı..." (Orhan)
"...Rampacılar gemiye daldılar ve herkesi çırılçıplak ettiler. Beni tepeden tırnağa soymadılar; sırtımdakiler, onların hoşlanmadıkları ve beğenmedikleri şeylerdi. Hem, sırtımdakilerle uğraşmaya bir lüzum görmediler; yattığım kamara çok daha değerli eşyalarla doluydu..." (Pedro)
"...Rampacılar gemimize ayak basarlarken kitaplarımı sandığıma koyup dışarı çıktım. Gemi ana-baba günüydü. Dışarıda herkesi toplamışlar çırılçıplak soyuyorlardı..." (Orhan)
"...Birinin bileklerini, kulaklarını ve burnunu kesip omuzuna bir pafta yapıştırdılar; paftada şu yazılı idi: ‘Böyle eden böyle olur’. Öbürünü kazığa çaktılar..." (Pedro)
"Kazığa oturtulan korkak kaptanımız yeni ölmüştü. Kırbaççıları, burnunu, kulağını kesip ibret olsun diye bir sala koyup denize bırakmışlardı..." (Orhan)
"...En üste Muhammed’in sancaklarını astılar; bunların altına, bizden aldıkları bayrakları, haçları ve Meryem Anamız’ın tasvirlerini astılar. Külhanbeyler, başaşağı asılan bu haçlarla tasvirleri bir ok yağmuruna tuttular... Derken denizlerde eşine rastlanmayan bir top ateşi koptu..." (Pedro)
"...Bütün direklerin tepesine sancaklar çektiler, altlarına da bizim bayrakları, Meryem Ana tasvirlerini, haçları tersinden asıp külhanbeylerine aşağıdan oklattılar. Derken toplar yeri göğü inletmeye başladı..." (Orhan)
"...Cerrah mısın, diye sordular. Hayır deyince, az kalsın partiyi kaybediyordum. Bereket versin lafa, sözü geçen kaptanlardan Durmuş Reis karıştı. Cenevizli dönme Durmuş Reis ‘İdrar ve nabız hekimidir, cerrahtan daha faydalıdır" dedi, kürekten işte bu suretle kurtuldum..." (Pedro)
"...Sonradan Ceneviz dönmesi olduğunu öğrendiğim Reis iyi davrandı bana; neden anladığımı sordu. Küreğe verilmemek için hemen astronomi bilgimden, geceleri yön bulabileceğimden söz ettim, ama ilgilenmediler. Bunun üzerine bende bıraktıkları anatomi cildine güvenerek hekim olduğumu ileri sürdüm. Az sonra gösterdikleri kolu kopmuş birini görünce cerrah olmadığımı söyledim. Öfkelendiler, beni küreğe çekeceklerdi ki, kitaplarımı gören Reis sordu: ‘idrardan ve nabızdan anlıyor muydum hiç?’ Anladığımı söyleyince hem küreğe verilmekten kurtuldum, hem de bir iki kitabımı kurtarmış oldum." (Orhan)
"...Ulu-Türk, tutsakları görmek istedi. İki bine yakın tutsağı, ayaklarından zincirleyip sıraladılar; kaptan ve zabit olanları boyunlarından çemberlediler ve bizden aldıkları trampetleri çalarak, boruları öttürerek ve bayrakları sürükleyerek hepimizi saraya götürdüler..." (Pedro)
"...Bizleri Padişah’a çıkarmak için zincire vurdular, askerlerimizi gülünç göstermek için zırhlarını ters giydirdiler, kaptanların ve subayların boyunlarına demir çemberler taktılar, gemimizden aldıkları borularımızı, trampetlerimizi alayla ve keyifle çalarak eğlene eğlene bizi saraya götürdüler..." (Orhan)
"...Amca bey diye anılan, aslen Valencialı birini yollayarak, bir hıyanette bulanmayacağıma dair yemin ettirip zincirimi söktürdü..." (Pedro)
"...Bir hafta sonra bir gece gelen kâhya, kaçmayacağıma yemin ettirdikten sonra zincirlerimi çözdü..." (Orhan)
"...Sinan Paşa’nın on iki yıldan beri çektiği nefes darlığı artmıştı. Göstermediği hekim kalmamıştı. Sonunda beni de çağırdılar. Paşa’ya elimle bir şurup hazırladım. Nasıl alınacağını sorunca, işi çaktım ve bir kaşık isteyerek, gözü önünde, üç kere doldurup içtikten sonra, ‘alsana senyör’ diyerek, kendisine de içirdim..." (Pedro)
"...Oysa, derdi, bildiğimiz nefes darlığıydı. İyice sorup soruşturdum, öksürüğünü dinledim, sonra mutfağına inip orada bulduklarımla naneli yeşil haplar yaptım; bir de öksürük şurubu hazırladım. Paşa zehirlenmekten korktuğu için göstererek şuruptan bir yudum içip haplardan bir tane yuttum..." (Orhan)
"...yolda Müslüman olmamı istedi. Yapamam, dedim. Koruya vardığımızda, dostlarından olan ve Hıristiyanlıktan dönme, iki kişi beklemekte idi... Ne söylediğimi soran Paşa’ya, ben karşılık vererek, öfkeyle, kestirin kafamı, cellada da, sana verilen emri yerine getir, dedim... ‘Seni din düşmanı ve Muhammed düşmanı köpek seni, biraz geçsin, ben sana yapacağımı bilirim...’ deyip yürüdü..." (Pedro)
"...Bir kâhya kararımı sordu. Belki kararımı değiştirirdim, ama bana bunu bir kâhya sordu diye değil! Şu sırada din değiştirmeye hazırlıklı olmadığımı söyledim... İkisi, bir duvar dibinde durup ellerimi bağladılar, pek de büyük olmayan bir balta vardı ellerinde. Müslüman olmazsam, Paşa boynumun hemen vurulmasını emretmiş. Kalakaldım...(...) Orada ellerimi çözerlerken azarladılar beni: Allah, Muhammet düşmanıymışım." (Orhan)
Orhan, Beyaz Kale’nin sonuna bir ilave yazmış: Burada ‘tarihi roman’ yazdığını söyleyerek yararlandığı, esinlendiği kişileri ve/veya eserleri(ni) sıralamış. Kimler yok ki! “Arthur Koestler, Leonardo da Vinci, Evliya Çelebi, Katip Çelebi, Prof. Süheyl Ünver, Adnan Adıvar, Osmanlı Astronomu Takiyüddin, Hegel, Mozart, E.T.A Hoffmann, Edgar Allen Poe, Dostoyevski, R.L. Stevenson, Arap tarihçi Seyyit Hamit bin Engeli, Ahmet Ağa’nın Viyana Kuşatması Günlüğü, Reşat Ekrem Koçu’nun Tarihimizde Garip Vakalar, Helmut von Moltke’nin Türkiye Mektupları, Tadeutz Trevanian’ın Transilvanya’da Yolculuklar, Baron de Tott, Cervantes” vs., vs. Beyaz Kale’nin ilk yayın tarihi 1985. 1985’ten 1993’e kadar 12 baskı yapılıyor. Yukarıdaki paragrafta tırnak içindeki şahıslar ve/veya eserler(i) Beyaz Kale’nin 12. baskısına kadar aynen var. Fakat Beyaz Kale’nin 12. baskısından sonra 1993de bazı seslerin yükselmeye başlamasıyla birlikte 13. baskısından başlayarak ilaveye şöyle bir cümle daha yazıyor ”…İyi niyetli, iyimser İtalyan’ımı Hoca’nın kölesi yapabilmek için (gemiye esir düşme ve sahte hekimlik günleri) bir yüzyıl önce tıpkı Cervantes gibi Türklere esir düşen adsız bir İspanyol’un İkinci Filip’e sunduğu bir kitaptan yararlandım…” Evet, esir düşüp eseri yazan İspanyol’un kimliği belirsizdir. Fakat ne hikmetse eserin yazılıp Kral 2. Filip’e takdiminden 350 yıl sonra Madrid Üniversitesi Kütüphanesinde bulup ortaya çıkaran Dr. Manuel Serrano y Sanz’ın ve onu enfes bir Türkçe ile çeviren Fuad Carım’ın ve çevirenin uygun görüp koyduğu isim olan Pedro’nun Zorunlu İstanbul Seyahati adları hiç geçmiyor! Bu sizce etik mi?
(Hamamizade İsmail) Dede Efendi’nin gülizar makamından bestelediği bir eseri vardır: ‘Bî-vefâ bir çeşm-i bîdâd ne yaman aldattı beni’ diye başlar. Bu eserin ilerideki bir satırında ‘Cihar attım şeş oynadım, yine felek yendi beni’ der. Yani Dede Efendi felekle oynadığı zar oyununda feleğe karşı hile yaptığını fakat yine feleğin kendisini yendiğini eşsiz bir nükte ile ifade eder. Orhan da “Bir milyon Ermeni’yi öldürüp soykırım yaptık, otuz bin Kürdü kestik” diyerek, eser araklayarak, intihal ederek kısaca Dede Efendi’nin tabiri ile ‘cihar atıp şeş oynayarak’ felekle oynadığı zar oyunu şimdilik önde götürüyor. Belki bizler göreceğiz belki göremeyeceğiz ama er ya da geç felek onu da yenecektir.
Orhan Pamuk’u çok seven, onun için ölüp bitenler olduğunu biliyorum. Böyle yapmakla bu arkadaşlarımın indinde Orhan’ın karizmasını biraz-veya fazla-çizmiş oluyorum ama başka türlü yapamazdım. Bu arkadaşlarım beni affetsinler artık.
Uzun yazımı okumak zahmetine katlandığınız için teşekkür ederim. Sevgilerimle…
Hamiş 1: ‘İntihal’ kelimesinin Ferit Develioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügatindeki karşılığı: 1. Çalma, başkasının malını benimdir diye iddia etme. 2.ed., Birinin yazısını veya şiirini kendinin gibi gösterme.
Hamiş 2: Diplomasi ve şanlı tarihimizin çok ilginç, müthiş hadiselerini öğrenip berhava olmak isteyen arkadaşlara Fuad Carım’ın eşsiz kitaplarını okumalarını tavsiye ederim. Maalesef Carım’ın kitaplarının hiçbirinin günümüzde baskısı yoktur. Ancak sahaflarda bulabilirsiniz. Net üstünden satış yapan sahaflarda da bulunur www.nadirkitap.com gibi. Fuad Carım ve eserleri hakkında detaylı bilgi için:http://tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Fuat_Carım
Hamiş 3: 9 Haziran 1977de Roma’da Asala terör örgütü, çok değerli Büyükelçimiz Taha Carım’ı katletti. Fuat Carım, Taha Carım’ın amcası olup Taha küçük yaşta babasını kaybetmiş olduğu için Taha’yı büyütüp yetiştirmiştir. Demek ki diplomatlık bu sülalenin genlerinde var…
Yazı: Hakan KOCAOLUK © Copyright
07/04/2021