Bunkerden Kaçan Koyun
13 Aralık 2024, Cuma 09:00Efendim işsiz ve gayesiz geçen ukbay-ı balâya ordino bekleyip bol bol oksijen tüketip CO2 salgıladığımız,üretmeyip,tükettiğimiz geçmek bilmeyen günler boyunca yapacak bir iş, meşgale bulamadığımız veçhile yıllar yıllar önceki günlüklerimi temaşa ederken bir anıma rastladım ki yazıp yazmamakta, anlatıp anlatmamakta tenakuza düştüm. Sebebi ise zamanımızın gemilerinde gerçekleşmesine imkan ve olanak bulunmasına imkan olamayacak bu olaya yeni yetişen meslektaşların asla inanamayacak olmalarıydı.
Malum, mesleğe başladığımız yıllarda filomuzdaki gemiler Hazreti Nuh’un döneminden değilsede herhalde ondan bir sonraki döneme ait olduklarından yapı, donanım, makine, ihrakiye ve diğer bilumum cüzitamları ile zamanımızın sefineleri ile kıyaslanamayacak derecede farklıydılar. Ayrıca o zamanlar bir standardizasyon olmamalıydı ki gemi inşa teknikleri de bugünküler ile kıyaslanamayacak derecede farklıydılar. Evvel emirde çalıştığım gemi; o zamana göre adı efsaneleşmiş, bir zamanların transatlantik sınıfına dahil edilmiş,1908’de Furness Whitty Co.Harlepool firması tarafından Almanların siparişi ile Frankenwald adı ile İngiltere’de inşa edilen, 1919’da Fransa’ya satılıp adı Tadla’ya çevrilen 1934 yılında İstanbul’da mukim Sosyete Vapurculuk TAŞ, adına sahipleri Mustafa ve Ruşen Sadıkoğlu’nun uhdesine geçerek Ayyıldızlı bayrak ile şereflendirilen badehu deniz ulaşımında devlet tekeli kurulması kararı alındıktan sonra özelleştirilip Seyr-i Sefain İdaresi Müdür-i Umumisi Sadullah Bey’in himmeti ile bu işletmeye ait olup işbu işletmenin de ismi değişip Denizbank kurulduktan sonra da sadece yolcu taşımacılığıyle iştigal etmek üzere planlanan Denizyolları işletmesinin malı olur. İşbu satırların müellifi H. Tuncay Alpman’da 1957 yılı sonlarında işletmede ki ikinci gemisi olarak kömürcü kağıdı belgesini havi olarak resmen kömür hamalı ama rahmetli amcasının hatırına bianen kamara bölümünde idareten çalıştırılmak üzere bu sefineye tayin ile şereflendirilir ve başlar eğitim hayatına…
İlk gemim, ilk cennetim S/S Necat pek bir hatıra bırakmamıştır üzerimde ama 60 yıllık meslek hayatımda S/S Tarı unutulmaz hatıralar ile doludur. Ben, denizciliği öğrenmeye bu gemide başladım ve ilerleterek bugünkü mevkime geldim. Öğretenlere medyunu şükranım, makamları cennet, kabirleri gülistan olsun efendim.
Gemide hemen kamara memuruna teslim olduk. O da en rahat kısım üçüncü mevki Kamara Amiri Cevat Baba’ya teslim etti beni. Rahmetli, çok tatlı ve nüktedan bir adamdı. Resmen iş de buyurmadı, yani kısacası gemi ile git gel, gez dolaş, yemeğini ye, aybaşında da maaşı al demeye getirdi ki tabir-i caiz ile zamanımızın bankamatik memuru gibi olduk vesselam. Ama o zamanlar bademler olmadığı için böyle terimler de bilinmiyordu tabi.
Gemide her yere girip çıkıyordum, en çok da çıkmak istediğim yer davlumbazdı tabi ama oraya ulaşmak için vakit vardı. Ben de zamanımı makineye teksif ettim. Zaten resmen kömürcüydüm. Başladım ağır ağır kazan dairesine inip çıkmaya, bunkerlerden sözde kömür taşımaya filan ama ne vardiya veriyorlardı ne de iş buyuruyorlardı yani bir nevi turist gibiydim işte.
O zamanlar Karadeniz’de yol namına doğru dürüst bir yol ve bu yolların üzerinde de çalışacak vesait-i nakliye pek bulunmadığı için bütün nakliye ve ikmal, yolcu nakli, posta, deniz yolu taşımacılığına inhisar ettiğinden gemilerimiz pek bi kıymettardılar. Çünkü başlıca ulaşım aracımız deniz yolu ve bittabi o muhteşem gemilerimizdi. İstanbul’dan kalkıp Karadeniz’de Hopa’ya kadar gidip geliyorduk, müteba ki seferde İskenderun, Larnaka, Lazkiye olup dönüşümlü olarak devam ediyordu.
Gemi dört anbarlı çift gladoralı, triple expension buhar makineli. İhrakiyesi kömür olan, zamanına göre modern ama artık devrini tamamlamış da inkıtaları oynayan bir sefineydi. Tahmil veya tahliye ise anlatılamayacak kadar ilkel ve zor şartlar altında gerçekleştirilir di ki zaman ve şartlar bunu gerektirdiği için bilâmecburiye katlanılırdı. Gemini baş taraftaki 1 ve 2 no’lu anbarları çift gladoralıydı. Aradan bunca yıl geçti anımsamıyorum ama kıçtaki 3 ve 4 no’ları hatırlayamadım. Dip anbarlara genellikle Hopa’dan kasaplık küçük ve büyük baş hayvan yüklenir, bilahare glaroda kapatılır. Bunun üzerine eşyay-ı tüccariye alınır, bu gladorada dolunca kapaklar kapatılır ve güverte yolcuları ile eşyalara tahsis edilirdi. Şimdi günlerce kapalı kalmış en alt gladoradan intişar eden hayvan ve gübre kokuları ile insancıkların nasıl seyahat edebildiklerini tahayyül ediniz. Fakirlik, yokluk ve mecburiyet insanları bunlara mecbur ediyordu maalesef. Madem laf açıldı bir şeyi daha zikretmek lazım, bu hayvancıkların gemiye yüklenilmesi de bir başka problemdi ki inanın anlatılması için sayfalarca kitap yazmak gerekebilir.
Karadeniz’in birçok iskelesinde o zamanlar liman filan yoktu. Taşınacak mallar çapar veya şalupa denen büyük motorsuz teknelerle gemi bordasına getirilir, pupadan pruvaya uzatılmış bir vardakova halatına bağlanan tekneden gemi vinçleri ile anbarlara tahmil veya anbarlardan tahliye yapılırdı. Canlı hayvanlar ise genelde küçük başlar 8/10 tanesi bir maliborda ağı içerisinde gemiye yüklenir,büyük başlar ise duruma göre ön veya arka ayaklarından sapana vurularak vira edilir. Hayvan korkar, böğürür, altına işer veya pisler… Vincin kaldırıp belli bir kavis çizdirerek gemiye aldığı hayvanın hareket sahasında bulunmak şansızlığına uğrayan kişi veya kişiler bedava tarafından davar sidiği ile vaftiz edilir daha da kötüsü tezekle şereflendirilirlerdi. Millet güler, çocuklar bağırır, hayvanlar böğürür velhasıl bir curcunadır giderdi ki hadi bizim sahil ahalisi alışmıştır ammavelakin İstanbul’a vasıl olupta Tophane’ye yanaşıp tahliyeye başladığımız zaman eğer eskaza bir turist gemiside mevcutsa turistler bu tahliye karşısında Dünya’nın 8’inci harikasını seyredercesine mest olurlar ve habire fotoğraf çekerlerdi. Navlunu karşılığı taşınması gereken bir hak olan bu nakliyeye kavuşabilmek için acentaya, gemi kaptanına ve dahi vinççiye gelene kadar aburu dökmek gerekirdi. ‘’Yer yok’’ denildi mi iş bitmişti. Çünkü arz ve talep meselesi… Gerisini anlatmaya gerek yok. Arif olan anlar, anlamayana anlatmaya zaten gerek yok. Hepsi tarihin tozlu sayfelerine karışmış anıları deşelemeye de luzum yok vesselam.
Alt gladoraya saman serilir, biraz yenecek saman alınır, tahta yalaklar konur ki havyancıklar su içsin, daha doğrusu gemi ikinci makinisti insafa gelsin de aldığı bahşişin hakkını verip biraz su versin, tabi suyunda hemen hemen yarısı deniz suyu ile karışmış olacak. Malum o zamanlar gemide eveporeytır yok ki deniz suyundan tatlı su üretsin. Velhasıl bir rezilik, hayvancıklar kesime giderken bari acı çekmeseler ama kimde o insaf fakat şartlar böyle ne yazık. Şimdi bu gladoranın arkasında kazan dairesi var, yani bahse konu gladora 2 no anbarın dip gladorası. Münasip mahalde gemi bunkerleri var. Bunkerlerde gemi ihrakiyesi kömür mevcut ve en önemlisi de bu bunkerlerin gladoraya açılan menfezleri var. Normalde kapalı ve su geçirmez olması lazım gelirken ihtiyaca mebni sadece göstermelik olarak üstün körü kapatılmış ve sızdırmazlık süsü verilmiş, bunkerden açılabilir şekilde, şeytanın bile aklına gelmeyen bir düzen. Maksat gladoraya girebilmek ve Allah ne verdiyse faydalanabilmek, eğer canlı hayvan yüklenmişse bayram. Çünkü koskoca gladorayı en fazla üç veya dört adet yüz on voltluk ampul aydınlatmakta ve en az iki tanesi kırık. Tabi kapaklar da kapatıldıkça içerisi kabir kadar aydınlık, o mis gibi kokuda işin tuzu biberi! Hayvanların çobanları da nezaret babında hayvanlarla beraber seyahat ettiklerinden o kokudan mest ve kendinden geçmiş vaziyetteyken ortam talana müsait. Zavallı çobanlar arada güverteye çıkıp hava alabilselerde genelde uyuşmuş, mayışık vaziyette hayvanlarla hemhal. Gece vardiyasında 00.00-04.00 saatleri arasında genelde 02.00 sularında en cevval ve eli çabuk bir ateşçi veya kömürcü sessizce bunkerden yılan gibi süzülüp mezkür kapağı yerinden sessizce çıkartır, gene en yakınındaki bir koyun veya kuzunun başına kukuli dedikleri üzeri ponponlu yünden takkeyi geçirip hayvanın ses çıkarmasına dahi imkan vermeden usulca bunkere çekip kapağı yerine takar ve kazan önüne gelirdi. Orada anında yerdeki pasakül üzerine devrilen zavallı hayvancık me demeye fırsat kalmadan kesilip bacakları, kafası, kürkü filan açılan kazan kapağından külhana fırlatılır dakika dolmadan parlayıp kül olurdu. Mütebaki kısım acemice parçalanır hemen külhandan alınan bir, iki kürek ateşin yayıldığı pasakül üzerine konulan hiç kullanılmamış alabanda da asılı sırf bu işlere ayrılmış bir kürek üzerinde kebap edilir, gene bir yarım susak kabağından mamül tuzluk içerisinde merbut tuzla tuzlanarak kanlı kanlı yarı çiğ yarı pişmiş yenilirdi. Gene en kıdemsiz ateşçi tarafından bir somun ekmeğin arasına konulmuş bir iki parça et de davlumbazdaki vardiyacı rahmetli Üçüncü Kaptan Kadri Karvenöz’e ve serdümenine ikram babında gönderilirdi ki bu ziyafete zaman zaman bütün makine personelinin , kokuyu alanın ve hatta ben görmedim ama BÇ.da katıldığını söylerlerdi. Her kez bilir, kimse bilmezdi! İstanbul’a muvasalatta Galata’ya tahliye edilen hayvan miktarındaki eksik bir türlü anlaşılmaz defaten sayım yapılır yüklenenle tahliye edilen sayı tutmaz, kavga münakaşa tekrar sayım, nasıl anlaşılır netice ne olur bilmezdim. Sonunda hayvancıklar ağır ağır yürüyerek katledilecekleri Sütlüce mezbahasının yolunu tutarlardı.
Eh işte boşa dememişler “Geçmiş odur ki hayali cihana değer”… Şimdi böyle olduk, artık anılarımızdan başka avunacak bir şeyimiz kalmadı. Hadi bir an evvel gelse de ordinomuz gök gemisine gidip kavuşsak o arkadaşlara, o gemilere, o eşsiz günlere…
2 Ocak 2024 Selimpaşa
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.