Biraz Daha Gidelim, Denizi Göreceğiz
09 Mart 2022, Çarşamba 17:58Yıl 1947 veya 1948 yani İstanbul’un İstanbul olduğu, bakirliğini koruduğu yıllar, ırzına geçilmesine daha zaman var.
Şimdi şimdi anımsadığım, bu yaşlar da farkına varabildiğim gizli bir fakirliğin içinde çocukluğumuzun mutluluğunu yaşıyorduk.
Cankurtaran’daki evimizde kalabalık bir aile olarak yaşıyorduk. Ailemiz eski ve köklü bir İstanbul ailesi evimiz ise büyük, ahşap bir İstanbul eviydi. Amcam, teyzem, Mete, babam, annem ve ben tabii birde babaannem. Sessiz, sakin harp yıllarının yokluğu içerisin de yaşayıp gidiyorduk işte.
Denize giderdik. Babam ve amcam bizi alıp denize götürürlerdi. Ahırkapı fenerinin dibindeki sahile.
Dedim ya, o yıllarda İstanbul’un ırzına geçilmediği için deniz billur gibi berrak, tertemizdi. Sahil yolu belası yoktu. Her yan sessiz, sakin adeta bir rüya gibiydi yaşam.
Türkiye’nin toplam nüfusu 14-15 milyondu. Şimdi sadece İstanbul 13-14 milyon diyorlar.
Aşağıki ev dediğimiz Cankurtaran’daki evimizden çıkar hemen üç, beş ev aşağımızdaki Erol Taş’ın kahvesinin önünde ki ufak meydana ulaşırdık. Tren köprüsünün altından geçer geçmez hemen sola sapar dar,loş bir sokağa girerdik. Burası bir yanını tren yolunun istinat duvarının teşgil ettiği, diğer yanını dev gibi devasa bir binanın, tütün deposunun duvarının işgal ettiği sokaktan ziyade geçit diyebileceğimiz bir yerdi. Aradan geçen yüzyıllara bedel yıllardan sonra dahi o rayihayı, o tütün kokusunu duyuyor, o havayı teneffüs ediyorum. O loş ışıklı, güneş görmez rutubetli kısa yoldan geziyorum. Rejinin tütünleri depolanırdı. Depo, kendine özgü kokusu olan muazzam bir binaydı. Arkasını İstanbul’un daha doğrusu Bizans’ın surlarına dayamış, ağır başlı vakur bir başına durup eteklerine vuran dalgaların sesini dinler, bir taraftan da Cankurtaran istasyonuna gelen o güzelim vagonlarını, o canım stimli lokomatiflerin çektigi trenlerle yarenlik ederdi.
Henüz peronlar yükseltilmemiş, her yan Dachau toplama kampı misali tellerle, parmaklıklarla çevrelenmemişti. Jeton, turnike gibi saçmalıklar bilinmezdi. Gişelerden yeşil ve beyaz renkli biletler alınırdı, trenlerde kondüktör denen memurlar tarafından kontrol edilir ve özel bir pense ile delinir di, neyse…
İşte bu tütün deposunun önünde kunt bir duvar yükselir ve bitiminde 90 derecelik bir açı ile denize doğru devam ederdi. Bu duvarın köşe yaptığı yerde demir parmaklıklı, hapishane kapıları gibi gözetleme deliği bulunan, devamlı bir bekçinin beklediği bir kapı bulunurdu. Bu kapının devamlı kapalı olmasına rağmen duvarın bitiminde sahile iniş için kullanılan bir kapı daha bulunurdu. Şimdi tam olarak hatırlayamıyorum ama sanırım merdiven filan yoktu.
Bu binaları yoldan ayıran duvar gene mevcut. Bekçili kapı hala yerli yerinde bekçisi ile beraber. Hatta duvarın nihayetindeki kapıda duruyor yalnız bu kapıdan sahile değil de asfalta iniyorsunuz artık.
Bu binalar bugünün emraz-ı zühreviye hastanesine aittir. O zamanlar ne amaçla kullanılıyordu bilemem ama galiba ta kalû belâdan beri aynı iş için kullanılıyordu.
İşte bu taş çatlasa 75-80 adımlık sokakta bile ne oyunlar, ne eğlenceler bulurduk. Başlıca eğlencemiz dilimize pelesenk olmuş -birez daha gidelim denizi görücez- idi.
Sayısız sefer geçerdik bu sokaktan ve her sefer gene aynı tekerlemeyi söylerdik. Sonra da kumsala inerdik o nihayette ki kapıdan.
Kumsalda değildi ki orası. Kum vardı var olmasına ama kırmız kırmız kiremit gibi taşlar vardı daha çok.Yuvarlak, beyaz, oval, ince, kalın, büyük, küçük, milyonlarca taş. Arada midye kabukları, istiridye kabukları, teneke parçaları, paslı konserve kutuları, ağaç dalları, kırık cam parçaları, kuytularda iki taşın üzerine konulmuş paslı bir teneke parçasının üzerine pişirilmek üzere dizilmiş sonra da unutulmuş midyeler.
Işık ışık, pırıl pırıl bir su. Sadece kavun karpuz kabukları var.
Sahilin yirmi, yirmi beş metre açığından kavun karpuz yüklü motorlar, takalar geçerdi. Küpeştelerine kadar suya batmış, tek silindirli, sömi dizel makinelerinin tam yolu ile akıntıyı yenmeye çalışan dümeninin yekesini başı takkeli, koca burunlu lazların tuttuğu, egzozlarından halka halka mavi dumanlar savuran kim bilir nereden yüklediği kavun, karpuzu yemişte ki hale götüren motorlar.
Gençler bağırırdı. Rahmetli Ercüment amcam, Ercan, Ayhan, Gülhan dayılar ve istinasız hepsi amca, dayı, ağabey olan gençler ‘’Manav bir karpuz at, manav bir karpuz at.’’ Bu çığlıklar denizde kestiren martıları uyandırırdı daldıkları uykudan. Bir gözlerini açıp bakarlar, onlar da gençlere nazire bir çığlık atıp devam ederlerdi uykularına.
Motorcu kalenderdir, rinttir. Bir karpuz atar gençlere, onlarca genç suya atlar ortalık kafa kol-bacak harmanına döner karpuz kapışılır, hemen taşa vurulup kırılır herkese taksim edilir, kabuğu bile kemirilirdi. Suyu gösüne akarmış ne gam, cump denize pir-û pak olup çıkarsın.
Kimi motorcu nekes olur cevap vermez, kimi de nadiren de olsa manasını yıllar sonra öğreneceğim enternasyonal el-parmak işareti yapar sahilden kora halinde edilen küfürleri de duymazdan gelirdi.
İyi yüzme bilen cazgırlar ileriden gelen bir motor oldu mu denize girip açılırlar, motorun rotası üzerinde beklerlerdi. Soluklanıp ikinci etaba hazırlanırlardı. Motorun sancak veya iskelesinde bir yer göze kestirilirdi. Bu bir halat çıması, havale brandasının bir ucu gibi tutunabilecekleri bir şey olurdu. Buna tutunur, kısa bir müddet motorun bordasına yapışık ilerlerler sonra parmak parmak, el el ilerleyip ayaklarına bir istinadgah bulup yavaşça motora çıkarlardı. Dümende ki laz, akıntıyı kollamaktan ve akıntı sebebi ile iyice yoldan düşmüş motorun baş atmaması için uğraştığından olup bitenin farkına varamazdı.
Eğer personelden birisi olayın farkına varmışsa eline ne geçerse kapıp saldırır Kanije müdafilerini kıskandıracak bir his ve azimle motoru kurtarmaya çalışırdı bu haramilerden.
Eğer kimse tarafından görülmemişlerse saldırganlar hemen meyve yığınlarına hamle ederler, ellerine geçen kavun veya karpuzu denize atarlardı. Olayın farkına varan dümenci müdahale edemez, hele bir de teknede tek başına ise onun dümeni bırakamıyacağını bilen saldırganlar edilen yakası açılmadık küfürleri sineye çekerlerdi.
Bazen dümenci iyice sinirlenir, yekeyi kaptığı gibi saldırır. Böyle bir saldırıyı bekleyen saldırganlar ise son bir kavun veya karpuzu kaptıkları gibi kendilerini suya atarlardı.
Bu sırada başıboş bırakılan dümen hemen ihanetini gösterir, tekne akıntının da tesiri ile anında sancak veya iskeleye dönüverirdi. Zavallı motorcu iyice zıvanadan çıkar, kaptırdığı mallara mı, kızğınlığını çıkartamadığına mı, motorun aykırılandığına mı veya kendi bahtına mı olduğuna bir türlü karar veremediğim küfürlerle dümen başına koşardı.
Ahırkapı feneri eski deniz surlarının bir burcunun üzerine inşa edilmişi. Bu burcun etekleri tatlı bir meyille denize kadar inerdi. Denizle arasında dar bir kumsal vardı. Bu meyil şimdi bile görülebiliyor, yol zemin için doldurulmuş olsa bile.
Büyükler sıra ile deniz kıyısına dizilir sonra hızla koşup bu meyilde bir, iki adım atar ve en yüksek moktaya ulaştıklarında bir çizgi çekerlerdi ki bu ufacık masum oyunlar bile ne kadar eğlendirirdi bizi. Güzel, çok güzel günlerdi. Asude, sessiz, mutlu günlerdi ama her güzel şey gibi geldi geçti işte.
Zaman, her şeyin üzerinden silindir gibi gelip geçiyor işte.
Bugün artık ‘’Biraz daha gidelimİ denizi göreceğiz.‘’ diyemiyorum. Çünkü her yanım deniz. Şimdi altı ayı bitirip kontrat sonu izine ayrılacağım günü bekliyorum.
Aşağı ev çoktan yıkılıp gitti. Yerinde rezil bir iş hanı var şimdi. Babalar, amcalar, dedeler, nineler çoktan toprak oldu.
Meydan ne kadar ufakmış, bir araba park edecek yer yok.
Tütün deposu çoktan yandı bitti kül oldu,yanmadı da esasında yaktılar,sonra da yandı dediler.kimbilir ne orostopolluklar döndü.Her şey gibi oda bir varmış bir yokmuş oldu.yerin de bir top sahası var şimdi.Top koşturuyor bir alay baldırı çıplak it.
Denize girdiğimiz o kumsal şimdi araba parkı. Boklu kebap yapılan, midye pişirilen yerler çoktan doldurulmuş molozlarla. Üstü asfaltlanmış sahil yolu olmuş. Orada bekliyorlar mamalarla, pezevenkler muayeneden çıkmasını sermayelerinin.
Ne zaman geçsem fenerin dibinde gönül gözlerim yılların öncesini görür. Bir kayanın daha doğrusu bizim kayamızın üstünde iki çoçuk oturmuş, çıplak objektife bakıyorlar. Makine Kodak. Körüklü makine, sehpası da var üç ayaklı. Yeni adı ile tripod.
Ve ötelerden bir ses gelir ‘’Manav bir karpuz at.’’ Koca burunlu laz, sağ eli ile o mahut işareti yapar artık kim üstüne alırsa.
09.07.1990 M/V Çaldıran
Triyeste
Uz. Yl. Kaptan
H.Tuncay Alpman