Bir Kez Daha Huzurda
25 Kasım 2022, Cuma 15:11Fahri KORUTÜRK (1903-1987)
Değerli arkadaşlar, Yaşamı hep İstanbul’da ve denizde geçen genç bir subay, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nda görevli olarak ilk kez Ankara’ya gelir; Ankara’da mutlu bir rastlantı sonucu Atatürk ile tanışır ve üstelik O’nun tarafından belirlenen bir senaryoda “bilinmeyen yabancı” rolünü oynar. Bu genç subay sonradan Deniz Kuvvetleri Komutanı ve Türkiye'nin 6.ncı Cumhurbaşkanı olacaktır.
Oramiral Fahri S. Korutürk'ün “yaşamımdaki en unutulmaz, en heyecanlı an” dediği bu tarihi karşılaşmanın öyküsü; 1935 yılında Ankara’da Karpiç Lokantası’nda geçiyor.
O AN
“1935 senesi ilkbahara girerken hayatımda ilk defa Ankara’ya gidiyordum. İstiklâl Harbi’nden sonra Ankara, Anadolu’nun ortasında bir efsane bir hayal şehri idi. I.Dünya Harbi’nin sonu, memleketin istilasını (Askeri) Lise ve Harp Okulu çağının heyecan ve idraki içinde gördükten sonra, şimdi Cumhuriyetimizin 10. yılını arkaya atmış bir Deniz Harp Akademisi mezunu olarak kendimi bahtiyar ve muhitimdeki insanları bahtiyar hissediyordum. Atatürk gençliğine emanet ettiği bütün inkılâplarını bitirmiş, bunların hepsinin üstünde her vatandaşta yakın mazinin mirası (aşağılık duygusu) silinmiş milletin nefsine güveni yeniden kazanılmıştı. Kışlalarda (Bir Türk Cihana Bedeldir), okullarda (Ne Mutlu Türküm Diyene) sözleri duvarlara asılmış ve bütün millette bu vecizelere yürekten iman belirmişti.
Deniz Harp Akademisi mezunu olmamıza rağmen Kurmay Subay olabilmek için o zamanki adıyla Erkân-ı Harbiye-i Umumiyede karargâh stajı görmek ve Riyasete, Kurmaylığımızın tasdiki lâzım geliyordu. Biz, Deniz Harp Akademisi’nin yetiştirdiği ilk kurmay subayları olacaktık. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Mareşal Fevzi Çakmak ve II. Reis Orgeneral Asım Gündüz idi. Ben, müdürü Kurmay Albay Kemal Yaşınkılıç (sonradan Jandarma Genel Komutanı, Orgeneral) olan İstihbarat Şubesinde staj görüyordum. O tarihlerde istihbarat subayları dâhi, askerlerin ecnebilerle teması kesin olarak yasaktı. Sefaretteki resmi kabullere sefaret mensuplarının davetlerine gidemiyorduk. Fakat diğer taraftan devrimler arasında kadın’ın cemiyet içinde erkek ile eşit haklara kavuşması, sosyal hayata yeni bir hareket getirmiş, Ankara’da muhtelif vesilelerle resmi ve hususi toplantılar, davetler, resmi kabuller ve balolar tertip etmek âdet olmuştu.
Atatürk, daima halk arasında idi. O’na kır kahvelerinden, halk evlerine, ordu evlerinden, şehir lokantalarına kadar her toplulukta tesadüf etmek mümkündü. Bu halk içinde dolaşmak, O’na devrimlerinin nasıl ve ne suretle yayılıp derinlere kök saldığı hakkında en isabetli müşahedeleri sağlıyordu. Atatürk, halkla yaptığı bu temaslarda genç, ihtiyar, kadın, erkek seçtiği kimselere günün konuları hakkında sorular soruyor, aldığı cevapları hazır bulunanların sohbet konusu haline sokuyordu, sonunda istediği hedefi ve gayeyi açıklıyordu. Bu arada geçen esprileri, şakaları, takdirleri ve acı tenkitleri kulaktan kulağa etrafa yayılıyor; Atatürk’e tesadüf, hayranlıkla, merakla ve hatta itiraf olunmalıdır ki endişeli bir istekle aranıyordu.
***
1935 senesi, henüz evlenmemiştim. Bir bayram arifesi idi, arkadaşlar İstanbul’a şuraya buraya dağılmışlardı, yalnızdım. O zamanlar Karpiç’in şahsen idare ettiği Şehir Lokantasında yemek yemeği ve sonra da bir gece lokaline gitmek istedim.
Karpiç, o tarihte, diplomatlar dâhil Ankara’nın en seçkin simalarının toplandığı bir lokanta idi. O akşam da her zamanki gibi kalabalık ve neşeli idi. Dipte bir köşede sonradan Belçika sefaretine mensup olduklarını öğrendiğim bir grubun gerisinde tek kişilik bir masa buldum ve genç bir subayın vereceği en sade siparişleri vererek gelecekleri beklemeye başladım. Aradan çok geçmeden Karpiç’in yardımcısı Süreyya, telaşla yanıma geldi. Atatürk geliyor, kendisine yer açmamız lâzım, diyerek benim masamı büsbütün köşeye itti ve elindeki beyaz peynirle tek rakıyı masama bırakıp büyük sofrayı hazırlamaya koyuldu. Bir sefaret grubu ile Atatürk’ün geniş sofrası arasında bir köşeye sıkışmış olmayı oldukça yadırgadım. Bir ara lokantadan çıkmak mı yoksa oturup bu köşeden ilgi çekici simaları takip etmek mi daha iyi olur, diye düşündüm. Henüz bir karara varmadan, Atatürk, kalabalık maiyetiyle salonda göründü. Herkes ayağa kalktı, artık bana kimsenin bakması, hesabımın görülmesi mümkün değildi. Tesadüf hükmünü icra edecekti.
Atatürk’ün sofrasında hatırlayabildiğim kadarıyla, hemşireleri Makbule Hanım, Prof. Afet Hanım, Falih Rıfkı Atay’ın refikası (eşi) ile bir milletvekilinin kızı olduğu sonradan öğrendiğim bir genç hanımla, devrin bakanları, büyük elçileri ve milletvekilleri bulunuyordu. EzcümleDr. Tevfik Rüştü Aras, Şükrü Kaya, Saffet Arıkan, Moskova Büyük elçisi Vasıf Çınar, Falih Rıfkı Atay dikkatimi çekiyordu. Bir müddet sonra fark ettim ki, Atatürk’ün masasındakiler, bir kısmı açıkça bakarak, bir kısmı belli etmeksizin gözleyerek, hakkımda konuşuyorlardı. Evvelce o masada oturanlardan hiçbirisi ile tanışıklığım yoktu. Sivil giyiniyordum, sigara içiyordum ve sâkin görünmeye çalışıyordum. Fakat çok geçmeden Tevfik Rüştü Aras’ın Atatürk ile bir şey konuşarak üzerimde durmaları ve daha sonra Hariciye Vekilinin masama gelerek kendini takdim edip oturması, bende garip bir heyecan uyandırdı. Dr. Aras, Atatürk’ün, sofradaki arkadaşlarına beni göstererek, tanıyıp tanımadıklarını ve kim olabileceğimi tahmin ettiklerini sorduğunu, kimsenin beni tanıyamadığını, fakat umumiyetle hal ve hareketlerimden bir ecnebi olabileceğime hükmettiklerini, halbuki Atatürk’ün benim bir Türk olduğum intibaında bulunduğunu ve gerçeği öğrenmeye geldiğini söyledi. Hariciye Vekiline Erkân-ı Harbiye İstihbarat Şubesinde vazifeli bir Deniz Kurmay Stajyeri olduğumu söyledim. Dr. Tevfik Rüştü Aras beni tanımış olmaktan memnun olduğunu, Atatürk’ten işaret almadan lokantayı terk etmememi söyleyerek yerine döndü.
Müzik çalıyor, dans etmek isteyen, istemeyen, Gazi’yi yakından görebilmek için, oyun bahanesiyle ortaya çıkıyor, masalar, sandalyeler boşalıp doluyordu. Bütün bunların hemen hiçbirini göremiyor gibi idim. Zihnen, Tevfik Rüştü Aras’ın söylediklerinden ve benim cevabımdan neler doğabileceğini çözmeye çalışıyordum. Fakat bu zihni çalışmalardan henüz bir netice çıkaramadan, Atatürk’ün yerinden kalktığını ve ağır ağır adımlarla sofrasını dolaşarak masama geldiğini ve çok kibar bir jestle güya oturması için yer ister gibi karşımda durduğunu gördüm. Milletçe hayranı olduğumuz harika insanla göz göze ve karşı karşıya idik. Bana oturmamı işaret ederek kendisi de oturdu:
–Bir Deniz Subayı olduğunuzu öğrenmekten çok memnun oldum. Yalnız masanızın sadeliği dikkat çekiyor; Onu tamamlayacağız. Bize kendinizi bir ecnebi olarak tanıtacaksınız. Söyleyiniz bakalım hangi yabancı dili biliyorsunuz ve Ankara’da ne maksatla bulunabilirsiniz?
Milli hudutlar dışında bulunup ecnebi dili üzerinde staj fırsatı bulamamıştım. Memleket içinde ecnebilerle temas yasak olduğundan bildiğim Almanca ve İngilizce, kitap okuyup tercüme yapmayı pek az geçiyordu. Fakat bu mazeretleri münakaşa etmek yeri ve zamanı değildi. Zati gayretlerime ilaveten Denizaltı Filosu’ndaki ecnebi mütehassıslarla olan temaslarım, Deniz Harp Akademisi’ndeki Alman subaylarının senelerce yaptıkları takrir ve onlarla yapılan münakaşalardan kuvvet alarak ve o sıralarda hükümetin, denizaltı gemisi satın almak hususundaki tasavvurlarını da hatırlayarak Atatürk’e:
– Türk Bahriyesi’ne denizaltı gemisi satmak isteyen bir Hollanda firmasının mümessili olarak Ankara’da bulunabileceğimi ve Hollandalı olarak Almanca konuşmakta olduğumu iddia edebileceğimi söyledim.
– Güzel, şimdi ben seni anlattığın gibi tanıyorum, diyerek masasına geçti.
Bütün bir gece bir ecnebi hüviyeti içinde hakiki şahsiyetimi gizlemek ve bu arada beliren çeşitli şüphe ve tereddütleri sükûnetle savabilmek mücadelesi içinde geçmişti. Atatürk, sofradaki arkadaşlarına benim ecnebi olduğum yolunda yaptıkları tahminde haklı olduklarını söylemişti, fakat masanın yanı başında hüviyeti meçhul bir yabancının oturtulmasına, sinirlenmiş görünüyordu.
Sormalar, soruşturmalar yapılıyor, ciddi tahkikat için benden hüviyet ve pasaport istenmesine kadar iş genişliyordu. Pasaportumun otelde olduğunu söylemem üzerine emniyet memurları tarafından dışarı davet olunmuştum. Bir memur refakatinde masadan kalkarak lokantadan çıkıyordum ki, Atatürk, müdahale ederek bir ecnebiye bu tarzda muamele yapılmasının pek kaba bir hareket olacağını ileri sürmüş, kendisinin ve arkadaşlarının sofralarında konuşmalarla bu yabancının hüviyetinin daha nazik bir şekilde ortaya çıkartılabileceğini söyleyerek, beni karakola düşmekten alıkoymuştu. Böylece, Gazi’nin masasına davet olunuyordum.
En büyük şansım, sofrada ve ortalıkta iyi Almanca bilen bir kimse olmamasında idi. Atatürk’ün misafirleri arasında bulunan Milletvekillerinden birinin kızı Almanca tahsil ediyormuş. Bu genç kız keşf olunca ikimize yan yana sofranın ortasında yer verilmiş ve sağlı sollu soru yağmurları başlamıştı. Tercümanımın da, benim gibi Almancası eksikti. Tuhafı şu ki ikimiz de birbirimizin bu dil bozukluğunu fark ediyor, fakat her ikimiz de bunu açıklamıyorduk. Bana Türkçe sorulanları tabii anlıyor, onları cevaplandırmak için, Almanca tercümesini bekliyor; verdiğim Almanca cevabın tercümanım lisanıyla Türkçeye çevrilişini duyunca, etrafın itirazını ve şüphesini dağıtmak için, Türkçe müdahale etmekten kendimi güç zapt ediyordum. Bu imtihan ne kadar sürdü, bilmiyorum. Zaman oluyor, Ankara’da daha başka hususi bir maksatla bulunduğum şüphesi galip gelerek derhal sofradan uzaklaştırılıp tekrar esaslı bir isticvaba sevk edilmem isteniyor, zaman oluyor, Atatürk’ün bulduğu bir izah ile hava tekrar yumuşuyordu.
İçkiden ve münevver zümrenin ortasında oynamakta olduğum bu ağır oyunun yükünden artık bunalmıştım. Bu defa Atatürk, ‘Herr’e (baya) bir soru da ben soracağım’ diyerek bana o saate kadar sorulan soruların en ağırını tevcih etti:
– 'Biz Modern Türkiye’de bir takım inkılâplar yaptık. Batının münevver adamlarınca acaba bunların hangileri malumdur ve onlar en çok neyin üzerinde dururlar?' dedi. Ve sonra yine kendisi sorunun ağırlığını hissederek:
– 'Mesela Türkiye’de bir Harf İnkılâbı yapılmıştır. Herr bunun hakkında acaba ne düşünür?' diye sorusunu daralttı. Konuşmalar günlük konular veya askerlik konuları dışına çıktıkça bu oyunun Alman dilinde idamesine imkân kalmayacaktı. Çok kısa cevap vermek lâzımdı. ‘Türkler için olan faydasını ve zararını münakaşa edemeyeceğim. Fakat Latin harflerinden sonra Batılılar için Türkçeye alâka artmıştır. Sonra turistleriniz için yazılarınızı okuyarak memleketinizin sokaklarında dolaşmak kolaylaşmıştır. Yeni harflerinizle Türkçe; bir Çince, bir Arapça olmaktan çıkmıştır,’ dedim. Atatürk:
– 'Pekiyi benim söylediklerimi acaba yazabilir mi?' diye sordu. Ben manasını anlamadan ve pek büyük yanlışlar yapmaktan korkmadan pekâlâ yazabileceğimi söyleyince, etraftan kâğıt kalem getirildi. Atatürk bana şöyle dikte ettirmeye başladı:
'Bayanlar, Baylar,
Her iyiyi ve güzeli daima ecnebiye mal etmeye taraftar olmayınız. Türk Milleti medenidir, cesurdur. Almış olduğu vazifeyi, her Türk genci müşkül şartlar altında da, başarmaya kabiliyetlidir. Nitekim ben, zannettiğiniz gibi bir ecnebi değil, damarlarımda asil Türk kanı olan bir Türk Genci ve bir Türk Deniz Subayıyım (ve devamla) şimdi artık kalk ve bunu ana dilinle oku.' diyerek sözlerini bitirdi.
Ben tekrar ana dilime kavuşmanın, esas hüviyetimi bulmanın bahtiyarlığı içinde yerimden fırladım. Yazdıklarımı, temiz Türkçemizin emsalsiz ahengi içinde heyecanla okudum. Masadakiler de büyük bir heyecan uyanmıştı. Hanımlar başta olmak üzere, herkeste umumi bir hayret, türlü türlü tefsirler ve münakaşa ihtiyacı ortalığı bir uğultuya boğmuştu. Bu arada Atatürk, bana Mareşal Fevzi Çakmak’a hitaben bir mesaj yazdırdı. Bunda mealen:
Deniz İstihbarat Subayı Fahri Sabit’i bir vesile ile tanıdığını söylüyor ve diktesini keserek; ‘Tabii Karpiç’te rakı içerken gördüm desem, senin için pek iyi olmayacaktır,’ diye gülüyor ve devamla kendisine mühim bir vazife verdiğini ve bu subayın aldığı vazifeyi başarıyla ifa ettiğini işaret ediyor ve kendisinin görevlendirdiği hizmetin tam ehli bulunduğunu kaydettikten sonra, bu gibi subaylara daha mesuliyetli vazifeler ve çalışmalarında daha geniş imkânlar verilmesinin uygun olacağını söylüyordu.
O zaman Mareşal Hazretlerinin şahsiyeti ve çalışma tarzı genç bir subay olarak aramıza öyle bir mesafe koymuştu ki; sabah olup da ortalık aydınlandıktan sonra onun odasına girerek, böyle bir gecenin hikâyesini yapmak ve Atatürk’ün hakkımdaki mesajını masanın üzerine koymak, bana imkânsız göründü. Durumu sadece harekât şube müdürümüze bahsettim. Deniz Harp Akademisi’nin kuruluşunda ve Deniz Kurmay Subayı yetiştirmek hususunda cidden büyük gayretler sarf etmiş olan II. Başkan Korgeneral Asım Gündüz’ün olaydan haberdar olduğu şüphesizdi. Bundan sonra bana verdiği vazifelerde Atatürk’ün notlarının bir tesiri olup olmadığını bilmiyorum. Fakat memleket içinde ve dışında meslek ve memuriyet hayatımın müteakip yıllarında deruhte ettiğim hizmetlerde, Atatürk ile karşılaştığım gecenin hatırasını ve bilhassa o geceyi kaparken Atatürk’ün bana söylediklerini, daima bütün tazeliği ile canlandırarak karşılaştığım müşkül ve mesuliyetli davaların hallinde bana sonsuz bir kuvvet kaynağı olduğunu hiçbir zaman unutamıyorum.
Filhakika Atatürk, o geceyi benim müteakip hayat ve hüviyetim için ailemin ve çocuklarımın isim ve hüviyetleri için fevkalade etkisi olacak bir telkin ve bir hediye ile kapamak istemişti.
Sofrada sükûnet geri gelince bana soyadı alıp almadığımı sordu. O tarihte soyadı kanunu, vatandaşları bütün hızı ile meşgul ediyordu. Kendisine henüz almadığımı söyleyince:
– Biz bu memlekette bir takım inkılâplar yaptık ve bunların korunmasını şahsiyet sahibi Türk Gençliğine emanet ettik. İşte bu gençlerden biri de sensin. Sana Korutürk soyadını versek ne dersin? dedi.
Fırtınalı bir gecenin her türlü tahayyülün üstünde bir mükâfatı belirmişti. Şükranla kabul edeceğimi ve bu ismi taşımakla hayatımda en büyük şerefi bulacağımı, söyledim. Gece Karpiç’ten çıktığımda ortalık ağarmaya başlamıştı.
O akşam daha yakından gördüm ki Atatürk, cesaretli ve medeni olmayı seviyordu. En çok kullandığı ve belli ki sevdiği kelimelerden biri ‘Medeniyet’ kelimesi idi. Esasen O, ‘Memleketi muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız’ derken, kabiliyetine, çalışkanlığına güvendiği Türk Milleti ve Türk Genci’nden istediklerini de açıklamış bulunuyordu.
01.12.1965-Moda
Fahri S. Korutürk
Oramiral (Emekli)
6 Nisan 1973 günü, Türkiye Büyük Millet Meclisi Birleşik Oturumunda kullanılan 557 oydan 365’ini kazanan Fahri S. Korutürk, ilk oylamada, Türkiye’nin VI. Cumhurbaşkanı olarak seçilmiş ve and içtikten sonra nöbeti devralmıştır. Fahri S. Korutürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Birleşik Oturumunda, Cumhurbaşkanlığı yemin metnini okuduktan sonra yeni görevinde kürsüden ilk kez hitap etmiştir:
“Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Atatürk’ün her türlü sorunun çözüm yeri olarak işaret buyurdukları Yüce Meclisin, naçiz şahsıma gösterdiği ilgi ve güvene şükranlarımı arz ederim. Bana tevcih buyurulan bu yüksek görevi, biraz önce içtiğim anda sadık kalarak, başta Yüce Meclis olmak üzere, bütün Milletimin ve Devlet kuruluşlarımızın desteği ile gereği gibi yerine getirmeye çalışacağım. Bu konuda rehberim andım olacaktır."
Ertesi sabah, Fahri S. Korutürk, 7 Nisan 1973 günü, bir Deniz Yüzbaşısı olarak Atatürk’le ilk karşılaşmasından 38 yıl sonra, Anıtkabir’dedir.
Yine O’nun, Büyük İnsan’ın huzurundadır.
Bu kez, Cumhurbaşkanı göreviyle…
Türkiye Cumhuriyeti’nin VI. Cumhurbaşkanı, Anıtkabir Şeref Defteri’ne şunları yazmıştır:
“Ulu Önder Atatürk,
38 yıl önce henüz genç bir Subay iken mutlu bir tesadüfle bana; ‘Biz bu memlekette Cumhuriyeti kurduk. Bir takım inkılâplar getirdik ve onları gençliğe emanet ettik. Bütün bunları gençlik koruyacaktır. Onlardan biri sensin! Sana, Korutürk soyadını veriyorum!’ demiştin. Bugün, Cumhurbaşkanı olarak göreve başladığım ilk gün, kulaklarımda ve kalbimde duymakta olduğum o müstesna sesinin ve sözlerinin idraki içinde, huzurunda saygı ile eğiliyorum.
7 Nisan 1973
Cumhurbaşkanı
Fahri S. Korutürk
Sn. (E.) Dz Kıdemli Albay Muhlis Ergin göndermiştir.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.