AY YILDIZIN MÜTTEFİKLERİ
09 Temmuz 2020, Perşembe 18:37
Osmanlı Devleti, tarih sahnesinden çekildiği güne kadar, ay yıldızlı bayrağı kullanmıştır. Son yaptığı savaşlar olan, Kırım Savaşı, 93 Rus Savaşı, Trablusgarp ve Balkan Savaşlarında ay yıldızlı bayrakla mücadele vermiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, emperyalist sömürgenler yurdumuzu işgal ederken ilk Millet Meclisi’ni o ay yıldızlı al bayrağımızın altında açtı. Kurtuluş Savaşımızı ay yıldızlı bayrağımızla yaptı. Cumhuriyetimiz ilan edilirken ay yıldızlı bayrağımız Millet Meclisimizin önünde gönderdeydi. Ve bu bayrak, başka bir öneri olmaksızın, başka bir görüş ileri sürülmeksizin yeni Türk Devleti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bayrağı olarak kabul edildi. İstiklal Marşı’mızın yazarı Mehmet Akif Ersoy, bu bayrağı düşünerek kaleme aldı marşımızı.
Ay yıldızlı bayrağımızın, tarih boyunca müttefikleri oldu.
Türk Milleti’nin, yanında olduğuna inandığı müttefikler.
Yapılan savaşlarda, ortak düşmanlarımıza karşı askerimizle, canımızla, malımızla, karşılıklı topraklarımızın korunacağına dair birbirimize söz verdiğimiz müttefikler. Her biri onurlu(!), asil(!), sözüne güvenilir müttefiklerimiz(!) oldu. Hem içerde hem dışarda bu milletin, bu ülkenin inandığı(!), güvendiği(!), varlığını teslim ettiği basiretli (!), dürüst(!), yüreği vatan sevgisi ile dolu(!) nice aydınları(!), yöneticileri(!), münevverleri de(!) oldu. Özellikle, Kurtuluş Savaşı sürecinde kurulan, İngiliz Muhipleri, Wilson Prensipleri gibi birçok cemiyet ve üyeleri bu milletin hafızasında diri ve canlıdır. Hepsini tarihin o şaşmaz bilinci ve vicdanı yazdı, yazmaya da devam edecektir.
Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti’nin müttefikleri Almanya, Avusturya-Macaristan imparatorluğu ve Bulgaristan’dı.
Mehmet Akif Ersoy, Batı Dünyası ile müttefikliğin ne demek olduğunu, 1917 yılının Aralık ayında Viyana’da anladı. Hem de içinde kopan büyük acı, yaşadığı derin hayal kırıklığı ve üzüntüler içinde.
1914’te katıldığımız Birinci Dünya Savaşında kaybettiğimiz cepheler arasında Filistin de vardı. Askerlerimiz, İngiliz Generali Edmund Henry Hynmann Allenby’nin Kudüs’e karşı giriştiği saldırıya karşı koyamamış, şehre top mermilerinin düşmeye başlaması üzerine de, Kudüs’teki kutsal alanların zarar görmemesi için, çekilmiştir. Kudüs 9 Aralık 1917’de İngilizlerin eline geçer. Bu haber Avrupa’da bütün başkentlerde kiliselerin çanları çalınarak günlerce kutlanır. Ancak, bu kutlamalarda ilginç olan taraf ise, müttefiklerimiz olan Avusturya-Macaristan ve Almanya’nın başkentleri Viyana ve Berlin’de de kutlamalar yapılmasıdır.
Mehmet Akif Ersoy, çalan kilise çanlarını ve halkın büyük sevincini görür, ne olduğunu merak eder. Çünkü o saatte ve bu kadar coşkulu bir kitlenin çığlıkları, kahkahaları, yollardaki insanların, polislerin, askerlerin sevinci, çalan çanlar kendisinde, cephede bir zafer kazanıldığı düşüncesi oluşturur. Viyana’da kaldığı otelden çıkarak ilk karşılaştığı Viyanalıyı tutar ve ne oldu diye sorar. Aldığı cevapla, olduğu yerde kalakalır. Viyanalı, kendisine, 400 yıldır esaret içinde olan Kudüs, İngilizler sayesinde Osmanlılardan geri alındı der. Orada aldığı bu cevapla, “müttefik” dediğimiz bu ülkenin askerleri ile Osmanlı’nın askerlerinin aynı cephelerde birlikte aynı düşman kuvvetlere karşı savaştıklarını düşününce, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun nasıl bir duygu dünyasında olduğunu daha net görür. Ve bu millet için yaklaşan sonu da.
Osmanlı yıkılır. Yıkılış sürecinde Balkanlar’dan Kafkaslara, Yemen’den Anadolu’ya en büyük bedeli de yine Türk Milleti öder. Kurtuluş Savaşı sürecinde, İstanbul işgal edilirken, İstanbul sokaklarında zafer yürüyüşü yapan işgal kuvvetlerini kimlerin alkışlayıp, sokaklarda kutlamalar yapanları, İzmir işgal edilirken gelen Yunan askerlerini kimlerin coşkuyla karşılayıp kutsadığını Türk Milleti gördü. Ve İzmir işgalden kurtarılırken kimler tarafından yakıldığını da biliyor. Batı Anadolu’da ve Doğu Anadolu’da düşman askerlerinin üniformalarını giyerek, Türklere karşı kimlerin katliamlar yaptıklarını da unutmadı.
Nihayetinde 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşması ile Türkiye’mizi ve Türk Milleti’ni parçalayıp sömürge haline getirmek isteyenler, attıkları imzalar ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk Milleti’nin varlığını ve bağımsızlığını, üzerinde kurulu toprakların sınırlarını ve bütünlüğünü kabul etmek zorunda kalırlar.
Modern zamanların siyasi ve toplumsal gelişmeleri genç Türkiye Cumhuriyeti’ni yeni arayışlar içine iter. Daha doğrusu bu arayışa mecbur eder. Özellikle 1945-1953 yılları arasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talepleri, Türkiye’yi adeta NATO’ya mecbur eder. Bu mecburiyetin bedeli olarak Kore Savaşı’na dâhil oluruz. Türkiye, TBMM onayı olmadan Kore Savaşı için asker gönderir. Bu kararın alınmasındaki en büyük neden, ülkeyi yöneten Demokrat Parti hükümetinin, Sovyetler Birliği’nin toprak taleplerinden dolayı oluşturduğu tehdidine karşı Kore Savaşı’nı, NATO'ya katılabilme fırsatı olarak görmesidir. Kore Savaşı’ndaki varlığımız ve Türk Askerinin başarısı, daha önce yaptığımız başvurulara ret kararı veren NATO üyelerinin düşüncelerinde değişiklik oluşturur.18 Şubat 1952’de NATO’ya üye oluruz. Lozan öncesi bizi parçalamak için dört koldan saldıran ülkeler, artık yeni müttefiklerimizdir.
Değişen bir şey olmuş mudur?
Maalesef, müttefiklerimizin duygu dünyalarında hiçbir şey değişmemiştir!
Bizim açımızdan ise çok büyük siyasi, ekonomik, askeri, sosyal çalkantılar ve kayıpların yaşandığı bir kaos ve çatışmaların, kavgaların getirdiği savrulmalar yaşanmıştır. Ki günümüzde de tanık olduğumuz ve tecrübe ettiğimiz gelişmeler, aslında temel sorunun nerelerde başladığını bize göstermektedir.
NATO, Kuzey Atlantik Paktı. “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için” sözünün içi boş ve fakat dışı güzel makyajlanmış hali. Aşağıdaki birkaç olayı, balık hafızalı olanlar tekrar hatırlayınca bana hak vereceklerdir.
Lozan Anlaşması ile silahsız olması gereken Türkiye’ye yakın Ege Adaları, NATO müttefikimiz Yunanistan tarafından silahlandırıldı. Bu adalar üzerinde askeri üsler kuruldu. Hukuk dışı ve uluslararası anlaşmalara aykırı bu durum fiili olarak devam etmektedir.
Yunanistan bugün başta Ege Adaları ve Ege Denizi olmak üzere, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de bulunan siyasi ve politik anlaşmazlıkların tamamında, tek taraflı çıkarları doğrultusunda, uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak, gerek AB gerekse NATO ülkelerinin desteği ile “sorunların temel kaynağı” konumundadır.
1974’de Kıbrıs’ta bulunan Türk toplumunun haklarını, can ve mal güvenliğini korumak, Kıbrıs’taki Türklerin toplu soykırıma uğramalarını engellemek adına, haklı olarak yaptığımız Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası NATO müttefikimiz ABD, bize silah ambargosu başlattı. Uzun süre devam eden bu uygulama ile Türk Silahlı Kuvvetleri başta olmak üzere, Türk ekonomisine de darbe vurulmak istendi.
28 yıl önce, Türk Deniz Kuvvetleri adeta arkadan vuruldu. NATO kapsamında, planlı bir tatbikatta, 1974’te Kıbrıs Barış Harekâtı’na da katılmış olan TCG Muavenet muhribine, 2 Ekim 1992’de ABD’ye ait USS Saratoga uçak gemisi tarafından, 7 ayrı kontrol mekanizması atlanarak, ard arda iki adet NATO Sea Sparrow füzesi atıldı. Asıl görevi uçak veya füze/güdümlü mermi düşürmek olan Sea Sparrow füzeleri, bu atışta SASS modunda, satıhtan satıha hafif su üstü hedeflerine, diğer bir ifadeyle TCG Muavenet gemimize aslında zarar vermek amacıyla kullanıldı. Bu “kaza” sonucu 300 kişilik mürettebata sahip gemimizde, gemi komutanı dâhil 5 askerimiz şehit olurken, 22 askerimiz yaralandı.
Başta Fransa olmak üzere, NATO’da müttefik olduğumuz ülkeler, kendi toprakları içinde Türkiye’nin mücadele ettiği terör örgütlerine her türlü desteği verdi, vermeye devam ediyor. Türkiye aleyhine yapılan her türlü eyleme izin verdi, vermeye devam ediyor.
NATO üyesi Fransa, kendi topraklarında, müttefiki olan Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunda bulunan 20 ilini yayınladıkları haritalarda gösteren “Batı Ermenistan Cumhuriyeti’nin, Batı Ermenistan Hükümeti’nin ve Batı Ermenistan Parlamentosu’nun” kurulmasına, barınmasına izin vermektedir.
ABD, Yunanistan, İtalya, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda, İngiltere ve NATO’daki diğer birçok ülke PKK’ya silah ve mühimmat başta olmak üzere her türlü desteği vermektedir. Körfez Savaşı sonrası planlı olarak Kuzey Irak’ta oluşturulan bölgesel yönetim, bugün Ortadoğu’daki diğer sorunların da merkez noktasıdır. Ve bu sorunun plan ve programı NATO üyesi ülkeler tarafından yazılmış ve uygulanmıştır. Fakat bu parçalanma planı yapılırken, bir başka NATO üyesi ülkenin, Türkiye’nin sınırlarının ve halkının güvenliğinin sağlanması ise görmezlikten gelinmiştir. Bu oyunu açığa çıkaran Orgeneral Eşref Bitlis Paşa'mız, kaza olduğuna kimsenin inanmadığı bir uçak kazasında şehit edilmiştir.
NATO’nun en büyük ülkesi konumunda olan ABD ise, diğer ülkelerden hiç de geri kalmıyor. Bu bölgeyi insan hakları ve demokrasi hikâyeleri ile BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’tan, BOK (Büyük Ortadoğu Kaosu)’a çevirmiştir. 2006 yılında ABD’li Yarbay Ralph Peters, Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde Ortadoğu’nun sınırlarının yeniden çizilmiş bir haritasını yayınladı. Harita, yeni kurulacak 22 devletle beraber, “Büyük Kürdistan”ı da gösteriyordu ve Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusu tamamen ayrılarak, başka bir ülke oluşturulmuştu. Türkiye ise sadece Batı Anadolu’da bir ülke olarak gösterilmişti. Aynı harita, Amerikalı bir albay tarafından Roma’daki NATO Savunma Koleji’nde, Türk yetkililerin de katıldığı bir oturumda sunuldu.
8-17 Kasım 2017’de, NATO Müşterek Harp Merkezi’nin bulunduğu Norveç’teki Trident Javelin tatbikatı sırasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafını ‘düşman’ tablosuna yerleştirilmesi ve yine aynı tatbikatta, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın adı kullanılarak açılan sahte sosyal medya hesabından NATO aleyhine paylaşımlar yapıldı. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, NATO'nun Müşterek Harp Merkezi, düşük düzeyli bir okul değil, bir Tümgeneral tarafından yönetilen elit bir subay eğitim kurumu olduğudur. Hiç kimse bütün bunların, bir hata, yanlışlık, bireysel davranışlardan kaynaklı kusurlar olarak göremez. Bu tür düşünce sahipleri için, tek söz söylenebilir. Tasması başkasının elinde, sahibinin sesi.
Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde kendi sınırlarını ve halkını korumak için yaptığı operasyonlarda NATO, kendi müttefiki olan Türkiye’yi desteklemek yerine, PKK-YPG terör örgütüne askeri silah. mühimmat ve lojistik olmak üzere fiili destek verdi, adeta koruma altına almak için, Rusya ile dahi iş birliği yapıldı.
NATO müttefikimiz ABD, Patriot Hava Savunma Sistemlerini, S.Arabistan, BAE ve diğer NATO ülkelerine satarken, Türkiye’nin tüm satın alma taleplerine olumsuz yanıt verdi. Rusya’dan alınan S-400 sistemleri sonrası, Türkiye’ye tehditlerde bulundu. F-35 uçaklarının ortak üreticisi olan Türkiye’yi hem programdan çıkardı, hem de parasını verdiğimiz F-35 uçaklarının Türkiye’ye gönderilmesini yasakladı.
Ve aynı NATO üyesi tüm ülkeler, Ermeni Soykırımı tasarılarını kendi parlamentolarında kabul ettiler. Kapısında girmek için adeta kamp kurduğumuz Avrupa Birliği ise, bu konuda kendi içinde bayrak yarışı yapmaktadır.
NATO üyesi Fransa, İtalya, Yunanistan Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin Uluslararası Deniz Hukuku’ndan doğan hak ve hukukunu hiçe sayarak, deniz üzerindeki Münhasır Ekonomik Alanı’nı adeta korsanlıkla gasp etmeye kalktılar.
Bütün bunlar ve burada yazıya dökmediğim daha fazlası, aynı savunma paktında yer aldığımız, birbirimizin topraklarını, halklarını her hangi bir dış saldırıya karşı savunma sözü verdiğimiz, bu sözü devletlerin imzaları ile belirttiğimiz NATO’da yaşandı, yaşanıyor.
Türkiye’nin, Lozan Anlaşması’ndan beri, kendi toprakları üzerindeki hâkimiyetini ve varlığını sorgulayan bu ülkelere “müttefik” gözü ile bakılabilir mi? Bütün olumsuzluklarda daima ‘diyalog ve anlayış’ adı altında bizim aklımızla alay etmelerine daha ne kadar tahammül edeceğiz?
Bizim asıl “müttefikimiz” öncelikle ve sadece kendimiziz. Siyasi düşüncesi ne olursa olsun, bu milletin, bu ülkenin bayrağına, vatanına, bölünmez bütünlüğüne, birlik ve beraberliğine inanan evlatlarıdır. Bu kabulün dışında, farklı yol ve yöntemler arayanlar ise, kapıldıkları rüyaların, hayallerin peşinde koşarlarken, nasıl kullanıldıklarını anladıkları zaman onlar için de çok geç olacaktır.
Türk Keneşi’nin artık yürümesi değil, koşmasının gerektiği ortadadır.
Çok geç olmadan, ayağımıza taş dokunmadan, başka dikenler batmadan.
Ömer Faruk Ertem
09/07/2020
