yeni
İstanbul
29 Nisan, 2025, Salı
  • DOLAR
    32.30
  • EURO
    35.15
  • ALTIN
    2406.9
  • BIST
    10401.67
  • BTC
    67490.92$

Avrupa’nın Zangocu Micro Macro(n), Fransa ve Avrupa Birliği - 1

28 Ekim 2020, Çarşamba 17:11

Avrupa’nın Zangocu Micro Macro(n), Fransa ve Avrupa Birliği - 1

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, son yapılan Avrupa Birliği liderler görüşmesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı -aslında net olarak ifade etmekten çekindiği için bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletini de- hedef alarak şu ifadeleri sıralamıştı.

"Türkiye konusunda ortak bir tavır belirlenmeli. Avrupa'nın enerji ve stratejik konularında ortak bir politikası olmalı. Bu konuları sadece NATO'ya bırakmamalı. Bu konularda Avrupa ülkelerinin güçlü tavrı olmalı. Türkiye, Doğu Akdeniz bölgesinde artık bir ortak değil. Türkiye'nin Yunanistan'ın "haklı" haklarını inkâr ederek Libya hükümeti ile imzaladığı anlaşmalar kabul edilemez.”

"Türkiye provokasyonları artırıyor. Biz Avrupalılar, Türk halkına değil Erdoğan hükümetine karşı açık ve sert olmalıyız. Erdoğan hükümetinin kabul edilemez davranışları bulunuyor. Sadece bir kısmını söyledim. Yunanistan'a karşı yapılan provokasyonları ve alınan tek taraflı kararları söylemedim bile. Kırmızı çizgimiz belli, AB üyesi her ülkenin egemenliğine saygı göstermek, uluslararası hukuka riayet etmek ve tek taraflı her kararı kınamak. İstediğimiz tansiyonun yükselmemesi ama bu pasif olacağız anlamına gelmemeli. Türkiye hedeflerini açıklığa kavuşturması gerekiyor."

“Türkiye ile yeniden diyalog oluşturmak için neler istenildiğinin belirlenmesi gerek, Türkiye konusunda yapmasını istediğimiz şeyleri belirlemeliyiz. Ancak pazarlıksız ön şartlarımız olacak. Avrupa'da bu açık tavır ortaya konmalı. Avrupa'nın birlik içinde ve açık olmalı".

Yukarıdaki ifadeler, Dünya gerçekliğinden kopuk ve tarihin aslında emperyalist zihniyet tarafından nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi bakımından güzel bir örnek. Geniş, büyük (macro / makro) düşünemeyen, küçük (micro / mikro) çaplı bir zekânın ürünü olabilecek bu ifadeleri, tarihi açıdan düzelterek açıklamak ve anlatmak gerekir. Özellikle, kendi tarihinden kopuk ve uzak kalmış günümüz gençliğine. Bu anlatımı elbette ki Avrupa’nın bütün bir kirli siyasi ve politik geçmişini yaparak vermemiz imkânsız. Aksi takdirde Avrupalı sözüm ona kâşiflerin gerçekte ise yağma ve talan ordusunun, ne Amerika kıtasının, ne Avustralya kıtasının, ne Afrika’nın, ne de Asya’nın tamamında yüz milyonlarca yerli halka karşı yaptıkları soykırımları, katliamları sayfalara sığdıramayız.

Kısaca Batı olarak adlandırılan Avrupa, aslında günümüz Dünyasındaki tüm kıtalarda bulunan gelişmiş beyaz ülkeler olarak adlandırılan sömürgeci ülkelerin ata-soy topraklarıdır ve buralarda yaşayanlar da, aslında Avrupa’dan göçerek bu diyarlara yerleşip, yerel halkın ellerindeki tüm varlıklara el koyan, talan eden, yağmalayanların torunlarıdır. Avrupa kıtasının 1490’lı yıllardan başlayarak, diğer kıtalara doğru yağma ve talan seferlerine çıkan dedelerinin, işte günümüzdeki Macron’ların, Trump’ların, Johnson’ların, Merkel’lerin, vs. bu kadar ikiyüzlü davranmalarına, Dünyayı diledikleri gibi yönetme histerilerine neden olan sömürgeci iç güdüsel davranışlarıdır. Bu hırsızlıklar, günümüzde de çeşitli yöntemlerle devam etmektedir. İşte bu yüzden, bu devam edegelen sömürge ve yağmalar yüzünden Dünya üzerinde ne huzur ne de barış ortamı bir türlü olmamaktadır. Daha doğrusu olmasına izin verilmemektedir. Çünkü, Batı’nın zenginliğinin ve refahının devamı bu düzenin ve sistemin bozulmadan devam etmesine bağlıdır. 

Kaynaklar yetersiz olunca, kaçınılmaz olarak birileri bu kısıtlı kaynakları Dünyanın neresinde olursa olsun bulacak, kullanacak ve kendi refahını devam ettirecek. Birileri de bu kaynaklara sahip olmasına rağmen uzaktan bakacak ve sömürülmeye, kullanılmaya devam edecek. Bu kölelik düzenini yıkmak isteyenler ise, ya terörist olarak, ya da gerici-İslami cihatçı olarak yaftalanacaklardır. Ne de olsa 100 yıl önce olduğu gibi günümüzde de -hem de daha teknolojik olarak- yazılı ve görsel medya bu sömürge düzeninin efendilerinin ellerinde. Halbuki daha geçen yıl 15 Mart 2019’da, Yeni Zelanda’da fanatik gerici ve dinci bir Hıristiyan, tek başına iki camide onlarca Müslümanı vahşice katlederken, İslam dünyası, Hıristiyan dünyasının yaptığı gibi toptancı bir yaklaşım göstermedi. Suçu işleyeni sorumlu tuttu ve fanatik düşüncelere karşı birlikte hareket etme mesajları verdi. 

Dünya genelindeki hemen hemen bütün İslami terörist guruplar diye isimlendirilenlere detaylı bakınca, altında mutlaka kurucu baba-üst akıl olarak Batı’nın istihbarat kaynaklarını bulmanız hiç de zor olmayacaktır. Bunu gösteren en önemli kaynaklardan biri Trump’ın bir önceki ABD başkanlık seçimlerinde DEAŞ-İŞİD terör örgütünün kurucusu olarak, bir önceki ABD başkanı Barack Obama’yı göstermesini verebiliriz. Kaldı ki Taliban’ı da CIA, Suudi Arabistan’da kurarak, Afganistan’da Ruslara karşı savaşması için organize etmişti. Bu örgüt de ABD’nin çıkarları için kullanılıp atlama tahtası görevi gördükten ve Afganistan’dan Ruslar çıktıktan sonra, illegal hale getirilerek liderleri tek tek yok edildi ( ki bu liderlerin cesetleri bir türlü görülmedi, ya denize atıldılar ya da vücut bütünlükleri tamamen bozuldu).  Fransa’nın ise Cezayir’de FIS Hareketi’ne karşı, “yerel halka karşı örtülü/kapalı devlet terörü” ile planlı ve programlı eylemler yaptığı, FIS tarafından yapıldığı yazılı ve görsel medya tarafından lanse edilen bütün terör eylemlerinin asıl planlayıcısı olduğu ve paralı Fransız lejyonerlerle Cezayir’de iç karışıklıklar çıkartarak, yönetimi bir şekilde yönlendirmek ve etki altında tutmak istediği yıllar sonra yapılan itiraflarla ortaya çıkmıştır.

 
Fransa’yı özel olarak vurgulamak yerinde olacaktır. Zira kullandığı milli sembolü “horoz” figürü için, “ayakları pisliğin içindeyken hala ötmeye devam eden hayvan” yakıştırması, tam da sanki Fransa’nın sömürgeci geçmişinden günümüze kadar geçen süreçte, Dünya’nın birçok yerindeki halklara karşı yapmış olduğu katliamlar, soykırımlar, tecavüzler ve kaynaklarının adeta soyulması nedeniyle söylenmiş, Fransa’nın içinde bulunduğu durumu çok net ortaya koyan bir vurgudur. Bu ifade bile tek başına durumun ne olduğunu aslında anlatmaktadır.
 
Micro Macro(n), AB liderler zirvesindeki ifadeleri kullanırken, özellikle Türk halkına değil Erdoğan hükümetine karşı sert ve açık olmalıyız derken, son 45 yıllık süreç içinde başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın ve ABD’nin, Türkiye ve Türk Milleti’ne karşı, ne tür bir davranış ve tavır takındıklarını, ne tür bir strateji ve hareket tarzı planlayıp uyguladıklarını da keşke ifade edebilme cesareti gösterebilseydi.
 
Gösterememiş olması, bunları bilmediğinden değil. Bu davranışın nedeni, sürmeye-sömürmeye devam edebileceklerini sandığı bu topraklardaki ırgatlarını ürkütmemek olduğu açık. Geçmişi hatırlatmak gerekir. Bıkmadan, usanmadan, mankurtlaşmaya, mankurtlaşmak isteyenlere, bilinçsizleşmeye, köksüzleşmeye göz yummadan anlatmak gerekir. Ve dahi soysuzluğa ve namussuzluğa sessiz kalmadan, şerefsizliklere ve haysiyetsizliklere izin vermeden anlatmak gerekir. Her platformda, her ortamda. Tıpkı Batı’nın yaptığı gibi. Ellerindeki tüm yazılı ve görsel medyanın gücü ve etkisi ile, kendi yalan Dünyalarını allayıp pullayıp nasıl pazarlıyorsa,  biz de doğrularımızı ve gerçekleri aynı şekilde anlatmalıyız. Batı’nın gösterdiği çabayı, biz de göstermeliyiz. Haklı iken haksız duruma düşmemek, suçsuz iken suçlu konumuna düşmemek için bunu yapmak zorundayız.
 
Avrupa, Türkiye ve Türk Milletine karşı ortak stratejik tavrını 1796 yılından itibaren belirlemiş durumdadır. Ve bu tavrını kesintisiz ve tavizsiz sürdürmektedir. Siz bakmayın, Lozan Barış Anlaşması imzalandıktan sonra, 1923’den itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğuna. Avrupa’nın gözünde asıl hedef olan, Türk Milleti ve onun yaşadığı, hüküm sürdüğü topraklardır. Günümüzde tek millet iki devlet şiarının diğer yarısı olan Azerbaycan’a karşı yapılanları da bu minvalde ele almak zaruri ve gerçekçi yaklaşımdır. Zira Kafkaslar’da hem Batı’nın hem de Rusların tarihi çıkarları nedeniyle Ermenistan’ı bir maşa olarak kullandıkları gün gibi açıktır. Yoksa ne askeri, ne ekonomik, ne de beşeri hiçbir gücü olmayan Ermenistan’ın, Dağlık Karabağ dışındaki Azerbaycan’ın topraklarına durup dururken saldırmasını nasıl izah edebiliriz? Yaşananlar gösteriyor ki, yine zavallı Ermeniler kullanılmış oldular. Mikro Macro(n)’a bu soruyu da ayrıca sormak gerekir.
 
Ancak aşağıdaki soruları da, sıralamadan olmaz tabii ki!
 
Başta Fransa, İngiltere, İtalya, Yunanistan ve dolaylı olarak ABD, Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırıp, Anadolu’yu kendi çıkarları doğrultusunda paylaşmak ve Türk Milleti’ne esaret prangası vurmak için yaşadığımız toprakları işgal etmediler mi? Avrupa, bu konuda ortak tavır almamış mıydı? Avrupa’nın sömürgeci krallıkları, bugünkü torunlarına taş çıkartacak şekilde, Avrupa’nın göbeğinde Viyana’da, Fransız ihtilalinden 7 yıl sonra 1796 yılında ortaya koydukları ve günümüzde adeta bir soytarılık haline gelen “Megali İdea” fikri ile “Büyük Helen Devleti”ni kurmak için, her türlü kirli siyaseti izlemediler mi? Bu kanlı siyasetle, Balkanlardan milyonlarca Müslüman Türkün yüz binlercesinin soykırıma uğramasına, sağ kalanların bütün mallarına el konularak, yağmalanarak zorla Anadolu’ya sürgün edilmesine destek vermediler mi? Doğu Anadolu topraklarımızda, bağımsız bir Ermenistan’ın kurulması için, bu topraklarda hiç bir zaman çoğunluk olmamış, demografik ve tarihi gerçekliklerden uzak iddialarla ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından, sanki babasının topraklarını pay eder gibi, sınırlar çizilmemiş miydi? Büyük Ermenistan hayali için, bu topraklar üzerinde yaşayan Türklere, başta Fransa, Rusya ve ABD’nin her türlü siyasi, ekonomik ve silah-cephane desteği ile Ermeniler tarafından soykırım yapılmadı mı? Batı Anadolu/Ege topraklarımızda, Yunanistan’ın “Megali İdea” düşüncesiyle “Büyük Helen Devleti”nin doğudaki topraklarını ele geçirmek hırsı ile, Türklere karşı soykırımlar, tecavüzler, katliamlar yapılmadı mı? İstanbul işgal edilerek “Bizans Devleti” yeniden kurulmak istenmemiş miydi? İçerdeki hainlerle iş birliği yapılıp, Türk Milleti’nin ölüm fermanı olan Sevr Anlaşması imzalanmamış mıydı? Hepsi oldu bunların. Bu yaşananlar, Türkiye’nin, Türk Milleti’nin Kurtuluş Savaşı’na giden süreçte ve sonrasında yaşananlar, Avrupa’nın bize karşı olan düşmanca stratejik işbirliğinin en önemli göstergesi değil midir? Bugün top yekûn izledikleri politikalarda gösterdikleri ruh hali ile 100 yıl önceki ruh halleri arasında bir fark mı var? Ya da, Avrupa’nın ve o bitip tükenmek bilmeyen ön yargılara dayalı bilinçaltındaki düşüncelerinin, siz bugün değiştiğini mi sanıyorsunuz?

Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti’mize karşı bu tavır bitti mi?

            Elbette ki hayır! Bitmedi. Hem de daha yeni kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, Anadolu’nun birçok yerinde genç Cumhuriyetimize karşı yapılan ve Avrupa ( özellikle İngiltere ve Fransa) destekli onlarca isyan ve karışıklıklar çıkarıldı. Amaç, elbette ki yeni kurulan Türk Devleti’ni yıkmak, parçalamak, milli birlik ve beraberliğini ortadan kaldırmaktı. Siz bakmayın, bu isyanların etnik ve dini kökenli olduğu savlarına. Olayları Micro Macro(n) gibi, küçük ve dar pencereden bakarak okursanız, bu amacı belli savlara tabii ki tav olur, kanabilirsiniz. Bu, kişinin ne kadar “micro/mikro” beyinli olduğuyla, kültür emperyalizmi denizinde pusulasının bozulmasıyla, yönünü kaybederek geri dönülmez şekilde kaybolmasıyla ilgilidir. Tabii ki bu kayboluş ya bilinçsizce ya da çoğunlukla bilinçli şekilde olur.

Her iki Dünya savaşının asıl çıkış noktaları Avrupa’dır. Bu kıta, tıpkı yerel halklara karşı sömürmek amaçlı yapılan soykırımların fikir ve komuta merkezleri olduğu gibi, Dünyayı ateşe veren savaşların da merkezi konumundadır. Bakmayın siz Avrupa Birliği adı altında, insan hakları ve demokrasi temelinde birlik kurduklarına. Dünyayı kasıp kavuran Covid 19-koronavirüsünde nasıl birbirlerine girdiklerini, birbirlerini hırsızlıkla suçladıklarını, başka ülkelerden gelen tıbbi malzemelere sebepsiz yere el koyduklarını, Dünya üzerinde ilaç olarak kullanılması muhtemel bazı kimyasal maddeleri adeta tek başlarına toplamak için neredeyse askeri operasyona girdiklerini gördük. Gözle görülmeyen bir virüs, uygarlık ve medeniyet beşiği ABD ve Avrupa’yı gerçek yüzleri ile bir kez daha tüm Dünyaya gösterdi.

Fransa özelinde Avrupa Birliği’ne devam edelim.

Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasına engel olmak için olmadık siyasi entrikalar çeviren, Dünya kamuoyuna Türkiye’yi adeta işgalci olarak lanse etmeye çalışan bu Fransa değil miydi?

İkinci Dünya Savaşı sonrası 1947’de, Ege Denizi’nde, hemen burnumuzun dibindeki “On iki ada” olarak adlandırılan adalar, Paris Barış Konferansı’nda Yunanistan’a verilmedi mi? Ki, bu adaların hukuki olarak, Osmanlı ile İtalya arasında yapılan Uşi Anlaşması’na dayanarak İtalya tarafından Türkiye’ye teslimi gerekiyordu. Bu anlaşma görmezden gelinmedi mi? Bizim açımızdan da bunun nedenleri ayrıca tartışılmalıdır.

Lozan Barış Anlaşması ve Paris Barış Konferansı ile silahsız olması, askerden arındırılmış olması gereken Ege ve Akdeniz adaları, Yunanistan tarafından son 40 yıldır, askeri üsler, askeri havaalanları kurularak silahlandırılmadı mı? Türkiye’nin tüm Ege kıyılarının karşısında yer alan Yunan adaları ve Akdeniz’deki Meis Adası, askeri ve silahlı olarak adeta bir duvar gibi örülmedi mi? Tüm bu hukuksuzluklara, düşmanlıklara, Micro Macro(n) o çok dillendirdiği “demokrasi ve uluslararası hukuk” masalının hangi satırlarında yer verebiliyor?

1960’da Kıbrıs Devleti’ni oluşturan “iki egemen halk” kavramı ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, o bitmek tükenmek bilmeyen “Megali İdea / Büyük Ülkü” zehri ile, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla, Kıbrıs’ta Müslüman Türklere karşı soykırımlar yapılmadı mı? Bu soysuz katliamları yapmak adına “ENOSIS” planını Yunanistan devleti planlamadı mı? Bu planı uygulamak için “EOKA” terör örgütü kurulmadı mı? Bu yapılanlar karşısında, sözüm ona insan haklarının, demokrasinin beşiği, uygarlık dünyasının temel taşı, bütün bir Avrupa, üç maymunu oynamadı mı? Bütün bu katliamlara karşı, Kıbrıs’taki Türklerin meşru haklarını, canlarını, mallarını, namuslarını korumak için, Türkiye 1959 tarihli Zürih’te imzalanan “garantör devlet” hakkını kullanarak 1974’de Kıbrıs’a müdahale ederken, başta İngiltere, ABD ve Fransa olmak üzere Avrupa, bu haklı müdahaleye karşı çıkmadı mı? Hemen akabinde, Türkiye’ye karşı ambargo uygulanmadı mı? 

 
Bu haklı müdahaleyi yapmasaydık, adada tek bir Müslüman Türk dahi kalmayacağını, hepsinin adadan ya sürüleceğini ya da katledileceğini görmezden gelerek, Türkiye’yi bugün dahi “işgalci ülke” olarak, tüm Dünyaya o ellerinde tuttukları yazılı ve görsel medya ile algı operasyonları ile göstermediler mi, görmediler mi? Rumlar’ın haksız ve hukuksuz bir şekilde Kıbrıs’ın tek sahipleriymiş gibi davranmasına göz yumularak, Annan Planı’na da hayır demelerine rağmen, adeta ödüllendirir gibi Avrupa Birliği’nin kuruluş şartlarına aykırı olarak, Kıbrıs’ın tek temsilcisi sıfatıyla Rumlar Avrupa Birliği’ne alınmadı mı? Kıbrıs Türk tarafının haklı tezleri ve siyasi hakları göz ardı edilerek, Kıbrıs Türk Halkı ambargoya tabi tutulmadı mı? Ve bu ambargo günümüzde de devam etmiyor mu?
 
Bütün bu tarihi süreci bilmesine rağmen, “Kıbrıs’ta Rumlarla bir çözüm yapmak için, elimizde bulunan bir kısım toprağı, Maraş dâhil Rumlara vermemiz gerek” diyen KKTC’nin Cumhurbaşkanı sıfatını taşıyan kişi, Kıbrıs Türk halkının geleceğini, yüzlerce vatan evladının kanları ve canları ile elde edilen haklarını; teslimiyet, taviz ve Rumların kucağında asimilasyonda gören, babasının malını veren mirasyedi düşüncesiz ergen genç edasında, televizyonlarda bu sözleri ifade edebilme cesaretini nasıl bulabildi? Değil cumhurbaşkanı, KKTC’nin herhangi bir kurumunda herhangi bir memuriyet görevini dahi yapabilecek herhangi bir vasfı olmayan bu kişinin, “bir kısım toprak” diyerek tanımladığı alanın, bugün hem KTC -Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ( artık Kıbrıs’ı bu ismi ile anmak zamanı gelmiş ve geçmektedir)- hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz stratejisinin Kıbrıs ayağını oluşturan Kıbrıs kıyılarının %60’ını kapsadığını ayrıca düşünmek gerekmez mi? Adeta KTC’nin Sevr’i olan bu ifadeleri söyleyen kişinin, Anadolu’muzu parçalamak için imzalanan Sevr’e imza atanlardan bir farkı var mı?
 
BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU / DEVAM EDECEK
 
Ömer Faruk Ertem
28/10/2020
google