Avrupa’nın Zangocu Micro Macro(n), Fransa ve Avrupa Birliği - 1
28 Ekim 2020, Çarşamba 17:11Avrupa’nın Zangocu Micro Macro(n), Fransa ve Avrupa Birliği - 1
Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, son yapılan Avrupa Birliği liderler görüşmesinde, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı -aslında net olarak ifade etmekten çekindiği için bir bakıma Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Milletini de- hedef alarak şu ifadeleri sıralamıştı.
"Türkiye konusunda ortak bir tavır belirlenmeli. Avrupa'nın enerji ve stratejik konularında ortak bir politikası olmalı. Bu konuları sadece NATO'ya bırakmamalı. Bu konularda Avrupa ülkelerinin güçlü tavrı olmalı. Türkiye, Doğu Akdeniz bölgesinde artık bir ortak değil. Türkiye'nin Yunanistan'ın "haklı" haklarını inkâr ederek Libya hükümeti ile imzaladığı anlaşmalar kabul edilemez.”
"Türkiye provokasyonları artırıyor. Biz Avrupalılar, Türk halkına değil Erdoğan hükümetine karşı açık ve sert olmalıyız. Erdoğan hükümetinin kabul edilemez davranışları bulunuyor. Sadece bir kısmını söyledim. Yunanistan'a karşı yapılan provokasyonları ve alınan tek taraflı kararları söylemedim bile. Kırmızı çizgimiz belli, AB üyesi her ülkenin egemenliğine saygı göstermek, uluslararası hukuka riayet etmek ve tek taraflı her kararı kınamak. İstediğimiz tansiyonun yükselmemesi ama bu pasif olacağız anlamına gelmemeli. Türkiye hedeflerini açıklığa kavuşturması gerekiyor."
“Türkiye ile yeniden diyalog oluşturmak için neler istenildiğinin belirlenmesi gerek, Türkiye konusunda yapmasını istediğimiz şeyleri belirlemeliyiz. Ancak pazarlıksız ön şartlarımız olacak. Avrupa'da bu açık tavır ortaya konmalı. Avrupa'nın birlik içinde ve açık olmalı".
Yukarıdaki ifadeler, Dünya gerçekliğinden kopuk ve tarihin aslında emperyalist zihniyet tarafından nasıl da çarpıtılabileceğini göstermesi bakımından güzel bir örnek. Geniş, büyük (macro / makro) düşünemeyen, küçük (micro / mikro) çaplı bir zekânın ürünü olabilecek bu ifadeleri, tarihi açıdan düzelterek açıklamak ve anlatmak gerekir. Özellikle, kendi tarihinden kopuk ve uzak kalmış günümüz gençliğine. Bu anlatımı elbette ki Avrupa’nın bütün bir kirli siyasi ve politik geçmişini yaparak vermemiz imkânsız. Aksi takdirde Avrupalı sözüm ona kâşiflerin gerçekte ise yağma ve talan ordusunun, ne Amerika kıtasının, ne Avustralya kıtasının, ne Afrika’nın, ne de Asya’nın tamamında yüz milyonlarca yerli halka karşı yaptıkları soykırımları, katliamları sayfalara sığdıramayız.
Kısaca Batı olarak adlandırılan Avrupa, aslında günümüz Dünyasındaki tüm kıtalarda bulunan gelişmiş beyaz ülkeler olarak adlandırılan sömürgeci ülkelerin ata-soy topraklarıdır ve buralarda yaşayanlar da, aslında Avrupa’dan göçerek bu diyarlara yerleşip, yerel halkın ellerindeki tüm varlıklara el koyan, talan eden, yağmalayanların torunlarıdır. Avrupa kıtasının 1490’lı yıllardan başlayarak, diğer kıtalara doğru yağma ve talan seferlerine çıkan dedelerinin, işte günümüzdeki Macron’ların, Trump’ların, Johnson’ların, Merkel’lerin, vs. bu kadar ikiyüzlü davranmalarına, Dünyayı diledikleri gibi yönetme histerilerine neden olan sömürgeci iç güdüsel davranışlarıdır. Bu hırsızlıklar, günümüzde de çeşitli yöntemlerle devam etmektedir. İşte bu yüzden, bu devam edegelen sömürge ve yağmalar yüzünden Dünya üzerinde ne huzur ne de barış ortamı bir türlü olmamaktadır. Daha doğrusu olmasına izin verilmemektedir. Çünkü, Batı’nın zenginliğinin ve refahının devamı bu düzenin ve sistemin bozulmadan devam etmesine bağlıdır.
Kaynaklar yetersiz olunca, kaçınılmaz olarak birileri bu kısıtlı kaynakları Dünyanın neresinde olursa olsun bulacak, kullanacak ve kendi refahını devam ettirecek. Birileri de bu kaynaklara sahip olmasına rağmen uzaktan bakacak ve sömürülmeye, kullanılmaya devam edecek. Bu kölelik düzenini yıkmak isteyenler ise, ya terörist olarak, ya da gerici-İslami cihatçı olarak yaftalanacaklardır. Ne de olsa 100 yıl önce olduğu gibi günümüzde de -hem de daha teknolojik olarak- yazılı ve görsel medya bu sömürge düzeninin efendilerinin ellerinde. Halbuki daha geçen yıl 15 Mart 2019’da, Yeni Zelanda’da fanatik gerici ve dinci bir Hıristiyan, tek başına iki camide onlarca Müslümanı vahşice katlederken, İslam dünyası, Hıristiyan dünyasının yaptığı gibi toptancı bir yaklaşım göstermedi. Suçu işleyeni sorumlu tuttu ve fanatik düşüncelere karşı birlikte hareket etme mesajları verdi.
Dünya genelindeki hemen hemen bütün İslami terörist guruplar diye isimlendirilenlere detaylı bakınca, altında mutlaka kurucu baba-üst akıl olarak Batı’nın istihbarat kaynaklarını bulmanız hiç de zor olmayacaktır. Bunu gösteren en önemli kaynaklardan biri Trump’ın bir önceki ABD başkanlık seçimlerinde DEAŞ-İŞİD terör örgütünün kurucusu olarak, bir önceki ABD başkanı Barack Obama’yı göstermesini verebiliriz. Kaldı ki Taliban’ı da CIA, Suudi Arabistan’da kurarak, Afganistan’da Ruslara karşı savaşması için organize etmişti. Bu örgüt de ABD’nin çıkarları için kullanılıp atlama tahtası görevi gördükten ve Afganistan’dan Ruslar çıktıktan sonra, illegal hale getirilerek liderleri tek tek yok edildi ( ki bu liderlerin cesetleri bir türlü görülmedi, ya denize atıldılar ya da vücut bütünlükleri tamamen bozuldu). Fransa’nın ise Cezayir’de FIS Hareketi’ne karşı, “yerel halka karşı örtülü/kapalı devlet terörü” ile planlı ve programlı eylemler yaptığı, FIS tarafından yapıldığı yazılı ve görsel medya tarafından lanse edilen bütün terör eylemlerinin asıl planlayıcısı olduğu ve paralı Fransız lejyonerlerle Cezayir’de iç karışıklıklar çıkartarak, yönetimi bir şekilde yönlendirmek ve etki altında tutmak istediği yıllar sonra yapılan itiraflarla ortaya çıkmıştır.
Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti’mize karşı bu tavır bitti mi?
Elbette ki hayır! Bitmedi. Hem de daha yeni kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, Anadolu’nun birçok yerinde genç Cumhuriyetimize karşı yapılan ve Avrupa ( özellikle İngiltere ve Fransa) destekli onlarca isyan ve karışıklıklar çıkarıldı. Amaç, elbette ki yeni kurulan Türk Devleti’ni yıkmak, parçalamak, milli birlik ve beraberliğini ortadan kaldırmaktı. Siz bakmayın, bu isyanların etnik ve dini kökenli olduğu savlarına. Olayları Micro Macro(n) gibi, küçük ve dar pencereden bakarak okursanız, bu amacı belli savlara tabii ki tav olur, kanabilirsiniz. Bu, kişinin ne kadar “micro/mikro” beyinli olduğuyla, kültür emperyalizmi denizinde pusulasının bozulmasıyla, yönünü kaybederek geri dönülmez şekilde kaybolmasıyla ilgilidir. Tabii ki bu kayboluş ya bilinçsizce ya da çoğunlukla bilinçli şekilde olur.
Her iki Dünya savaşının asıl çıkış noktaları Avrupa’dır. Bu kıta, tıpkı yerel halklara karşı sömürmek amaçlı yapılan soykırımların fikir ve komuta merkezleri olduğu gibi, Dünyayı ateşe veren savaşların da merkezi konumundadır. Bakmayın siz Avrupa Birliği adı altında, insan hakları ve demokrasi temelinde birlik kurduklarına. Dünyayı kasıp kavuran Covid 19-koronavirüsünde nasıl birbirlerine girdiklerini, birbirlerini hırsızlıkla suçladıklarını, başka ülkelerden gelen tıbbi malzemelere sebepsiz yere el koyduklarını, Dünya üzerinde ilaç olarak kullanılması muhtemel bazı kimyasal maddeleri adeta tek başlarına toplamak için neredeyse askeri operasyona girdiklerini gördük. Gözle görülmeyen bir virüs, uygarlık ve medeniyet beşiği ABD ve Avrupa’yı gerçek yüzleri ile bir kez daha tüm Dünyaya gösterdi.
Fransa özelinde Avrupa Birliği’ne devam edelim.
Hatay’ın 1939’da Türkiye’ye katılmasına engel olmak için olmadık siyasi entrikalar çeviren, Dünya kamuoyuna Türkiye’yi adeta işgalci olarak lanse etmeye çalışan bu Fransa değil miydi?
İkinci Dünya Savaşı sonrası 1947’de, Ege Denizi’nde, hemen burnumuzun dibindeki “On iki ada” olarak adlandırılan adalar, Paris Barış Konferansı’nda Yunanistan’a verilmedi mi? Ki, bu adaların hukuki olarak, Osmanlı ile İtalya arasında yapılan Uşi Anlaşması’na dayanarak İtalya tarafından Türkiye’ye teslimi gerekiyordu. Bu anlaşma görmezden gelinmedi mi? Bizim açımızdan da bunun nedenleri ayrıca tartışılmalıdır.
Lozan Barış Anlaşması ve Paris Barış Konferansı ile silahsız olması, askerden arındırılmış olması gereken Ege ve Akdeniz adaları, Yunanistan tarafından son 40 yıldır, askeri üsler, askeri havaalanları kurularak silahlandırılmadı mı? Türkiye’nin tüm Ege kıyılarının karşısında yer alan Yunan adaları ve Akdeniz’deki Meis Adası, askeri ve silahlı olarak adeta bir duvar gibi örülmedi mi? Tüm bu hukuksuzluklara, düşmanlıklara, Micro Macro(n) o çok dillendirdiği “demokrasi ve uluslararası hukuk” masalının hangi satırlarında yer verebiliyor?
1960’da Kıbrıs Devleti’ni oluşturan “iki egemen halk” kavramı ile kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, o bitmek tükenmek bilmeyen “Megali İdea / Büyük Ülkü” zehri ile, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamak amacıyla, Kıbrıs’ta Müslüman Türklere karşı soykırımlar yapılmadı mı? Bu soysuz katliamları yapmak adına “ENOSIS” planını Yunanistan devleti planlamadı mı? Bu planı uygulamak için “EOKA” terör örgütü kurulmadı mı? Bu yapılanlar karşısında, sözüm ona insan haklarının, demokrasinin beşiği, uygarlık dünyasının temel taşı, bütün bir Avrupa, üç maymunu oynamadı mı? Bütün bu katliamlara karşı, Kıbrıs’taki Türklerin meşru haklarını, canlarını, mallarını, namuslarını korumak için, Türkiye 1959 tarihli Zürih’te imzalanan “garantör devlet” hakkını kullanarak 1974’de Kıbrıs’a müdahale ederken, başta İngiltere, ABD ve Fransa olmak üzere Avrupa, bu haklı müdahaleye karşı çıkmadı mı? Hemen akabinde, Türkiye’ye karşı ambargo uygulanmadı mı?
